Kaç dakikadır bu durakta bekliyordum cidden bilmiyordum. Bilemezdim zaten. Tanrı bana saati okuyabileyim diye bir çift göz bahşetmeyi unutmuştu. Ama sanırım onu suçlamaya gerek yok. Ben olsam ben de beni atlardım. Kimin bir durakta kaç dakika beklediğini öğrenip hayıflanmaya ihtiyacı vardı ki zaten? Nasıl göründüğümün bile farkından değildim. İnsanlardan yargılayıcı bakışlar alıyor olabilirdim. Veya belki de siyah, yuvarlak gözlüklerimle bir MIT ajanına benziyordum. En azından bana anlatılanlara göre MIT ajanları öyle giyiniyordu. Yaşam hakkında zihnimde oluşan her parçanın aklıma bir başkası tarafından oraya yerleştirilmesi beni çok rahatsız ediyordu. Sanki gerçeklikle aramıza bir üçüncü kişinin katılması yaşam kalitemi düşürüyordu. En basit şeylerin bile farkında olamamak…
Yaklaşan otobüsün emektar egzoz sesinin yaklaştığını fark edebilmiştim ama. Her gün aynı otobüsü beklediğimden artık otobüsle aramızda bir bağ oluşmuştu. Çoğu insanla aramdakinden daha emin bir bağ. Otobüse bindim ve o minik merdivenlerden tırmanmak için büyükçe bir çaba gösterdim. Kör birine en azından etrafını algılama gibi bir yetenek bahşedildiğini düşünürsünüz. Bir hissikablelvuku… Ama hayır. Kör bir adam için bile koordinasyonun berbattı. Ki ben kör olma konusunda bir profesyonel sayılmalıydım. 26 yıllık kısa yaşamımda alıştığım bir yaşam stiliydi körlük. Bir anda her yer ışıklar altında kalsa, hodbin ve şımarık siyahın yerini sadece bahsedildikleri kadar bildiğim renkler alsa büyük ihtimalle bayılırdım.
Veya bayılmam için başka seçenekler de vardı. Güvenilir saydığım otobüsün çok da güvenilir olmayan kavisten geçerken tepetaklak olması gibi. Eğer doğuştan kusurluysanız güvenmek, yapabileceğiniz tek şey. Otobüsümün kendini kaybedip motorun acıklı bir vaveyla çıkardığı an, sanki an değildi. Daha çok bir süreç gibi. Zamanın yavaşladığını sanmıyorum. Ama beynimde olanlar gerçektekilerin mübalağayla geliştirilmiş halleriydi. Çünkü ben, güvenmeyi ilk elden öğrenen ve başka da seçeneği olmayan ben, ilk defa etrafımın da en az içim kadar güvenilmez olduğunu fark ediyordum. Bayılmanın benim için yeni bir deneyim olmayacağını düşünmüşümdür hep. En fazla ne olabilirdi ki? Dünyamın olduğundan daha kararmasının yolu yoktu sonuçta. Ama bu hissettiğim kesinlikle yeniydi. İlk defa sanki güneş yanı başımdaymış gibi hissettim. Tüm o karanlık ve namütenahi olduğunu sandığım yıllar boyunca ışığın gözlere nasıl göründüğünü merak etmiştim. Ama şu an ilgimin yerini ışığa karşı duyduğum
tiksinti alıyordu. O kadar beklediğim ışık; olmayan gözlerimi alıyor, yakıyordu. Adeta bana ihanet ediyordu.
Uyandığımda bir hastanede olduğumun farkındaydım. Böyle kokan başka çok az vardı. Umutsuzluk kokuyordu. Veya bekleme. İkisinden de nefret ederdim. Elim istemsizce yüzüme gitti. Gözlüğümü takmazken kendimi daha kırılgan hissederdim. En büyük eksikliğim dünyanın önüne serildiği için. Elim yüzümde gezerken pek de alışmadığı bir hisle karşı karşıya kaldı. Aklıma o nükleer fikri düşürdü. Gözlerimi açmayı denemedim. İnanmak isteyip istemediğimi de kendime sormayı denemedim. Cevap çok açıktı. Tabii ki istiyordum! Sadece bunu kendime söylemeye hazır değildim, sonuçta hep en az istediğimiz şeyler gerçekleşmez miydi? Kendimi hazırlayıp en az çalıştırdığım göz çevresi kaslarıma hükmetmeye çalıştım. Yavaşça ve tereddütle kalkmaya başladılar. Beni karşılayan ışıktı. Hep ışıktı. Buna alışmam uzun zaman alacaktı. Mucizelere inanmazdım. Eğer inanmamı isterlerse bana göstermeleri gerekiyordu. Kendi gözlerimle görmeliydim inanmak için. Ve bu bana tanınan bir olanak değildi.
Lakin, belki de inançlarımı değiştirmem gerekiyordu. Artık inkar etmenin anlamı yoktu. Kendi mucizem tavandaki ucuz, dekoratif aynadaydı. Gözlerimi tamamıyla açtığımda bana dikkatle bakan, hiç tanıdık gelmeyen bir çift kahverengi gözle karşılaştım. Beni keşfetmeye çalıyorlardı. Kendimi keşfetmeye çalışıyordum.