“Özgürlüğün Kokusu”. Yepyeni defterime bu başlığı saatler önce yazmıştım. Bütün akşam düşünsem de devamını getiremedim. Zaten yazmanın en zor kısmı hep başlamak olmuştur benim için. Masamım biraz ötesindeki çoğu erimiş mumun sanki hiç sönmeyecekmiş gibi hantalca sallanan ateşi masamı az da olsa aydınlatıyordu. Hava ne zaman kararmıştı, fark etmemiştim bile. Saat daha erkendi oysa. Yaz ne ara yerini güze bırakmış, yapraklar dökülmeye, güneş paydosunu erkene çekmeye başlamıştı? Sokakta köpeklerin havlamasıyla daldığım düşlerden ayıldım. Kendimi yazmaya zorladım.
Aslında özgürlüğün kokusunun ne olduğunu gayet iyi biliyordum. Annemin yıllarca kullanmaya kıyamadığı vanilyalı sabun gibi kokardı özgürlük. Hasta çocuklara binbir dualarla pişirilen çorbalar gibi kokardı. İlk cemre düşmesiyle açan sardunyalar gibi kokardı. Sahi, ne olmuştu sardunyalara? Hatıramı zorladığımda yaklaşık yirmi yıldır tek bir sardunya görmediğimi fark ettim. O halde yazıma eski zamanlardan başlamak en iyisi olacak.
“Mart mıydı nisan mı? Abime küçük geldiği gerekçesiyle bana verilen, boyası sökülmüş velespitle bahçedeydim. Mahallenin bütün çocukları toplanmış, sırayla tur atıyorlardı. Ya yedi, ya sekiz yaşında olsak gerek. Velespit benimdi ya, gösteriş yapmasam olmazdı. Oturağına oturduğum anda pedalları süratle çevirmeye başladım. O kadar hızlı gidiyordum ki, havada süzülüyorum sanmıştım. İşte tam o anda gördüm yaklaşmakta olduğum çalıyı. Durmaya çalışsam da boşunaydı, kendimi çalının diğer tarafında buldum. “Bir apartmanın bahçesine dalmış olmalıydım. Bacağımda dayanılmaz bir acı vardı. Çalılara çizdirmiş olmalıydım. Zorlanarak ayağa kalktığımda duydum o kokuyu. Birkaç adım öteme ekilmiş düzinelerce sardunya… O an hissettiğim duyguyu nasıl anlatırım bilmiyorum. Bütün vücudumu müthiş bir huzur kapladı. Bütün dertlerimi, sıyrılan bacağımın sızısını unutuverdim. Sanki bütün dünya bana aitti ve ne istersem yapabilirdim. Bu şekilde sardunyaları ne kadar izledim, bilmem. Arkadaşlarımın seslenmesiyle bu hipnoz halinden çıkarıldım. Tam arkamı dönmüş gidiyordum ki omzuma bir el dokundu. “Beni tutan adama baktım. Otuzlarında olmalıydı, belki daha genç. Saçları dağınık, göz altları torbalıydı. Üzerinde pejmürde bir hırka vardı. Bana acı dolu gözlerle baktı. ‘Gitme’, dedi, ‘Birazcık daha kal. Bir daha ne zaman görürsün böyle güzel bir manzara, kim bilir?’. Kaşlarımı çattım. ‘Ne olurmuş görmezsem? Çiçek sonuçta, her yerde bulunmaz mı? Hem geç olmuştur, annemi endişede bırakmak istemem.’ dedim. Adamın suratında buruk bir gülümseme oluştu. ‘Peki o halde, git, ama bir şartla. Annene halsiz düştüğünü söyle, sana çorba yapmasını iste. Ve bu hissi asla unutma, çünkü yıllarca onun hasretinde kavrulacaksın.’ dediğini az çok hatırlar gibiyim. Kafamda adamın sözleri, velespitimi kaldırıp çocukların yanına döndüm.Gerçekten de özlerim o duyguyu, sardunyaların kokusunu.”
Yazmayı bitirdiğimde mumun söndüğünü fark ettim. Ne zaman sönmüştü acaba? Artık neredeyse karanlığa bürünmüş odamı aydan gelen cılız ışık aydınlatıyordu. Kitaplığımındaki saat on biri biraz geçmişti. Elimi, üstümdeki eski hırkanın cebine atıp içindeki çakmağı aldım. Çekmeceye uzanıp sigara paketimi çıkardım. Bir arayı hak etmiştim. Bir elimle çakmağımı yakmaya çalışırken diğeriyle camı açtım. Ve o anda odamı sardunya kokusu kaplamasıyla ne yapacağımı şaşırdım. Penceremden aşağı bakınca alt komşumun camdan astığı rengarenk sardunyaları gördüm. “Sakın umudunu kaybetme”, diyorlardı sanki, “Sardunyalar yetiştikçe özgürlük var olacaktır.”