Büyük, altın kaplamalı bir kapıdan geçerek sarayın içine adım attığımı hayal ediyorum. Yüksek tavanlı geniş bir salon beni karşılıyor. Tavandan yere kadar uzanan devasa kristal avizeler, her bir kristalin içinde ışığın kırılarak göz alıcı bir şekilde yansıdığı mücevher parçaları gibi parlıyor. Duvardaki tablolar, eski kralların ve kraliçelerin zarif portreleriyle dolu, her biri ince işçilikle süslenmiş altın çerçevelerde asılı duruyor. Her tabloya bakarken tarihin soluk aldığını hissediyorum; salonu dolduran asalet neredeyse elle tutulacak kadar yoğun. Zemin, cilalanmış mermer taşlardan oluşmuş ve adımlarımın yankısı salonda usulca duyuluyor. Hava, hafif bir lavanta ve misk kokusuyla dolu, geçmişten bugüne taşınmış bir zarafetin kokusu adeta. Sarayın içi o kadar büyük ki, sesler neredeyse kayboluyor; derin bir sessizlik var ama bir yandan bu sessizlik rahatlatıcı değil, aksine bir tür saygı uyandıran bir ağırlık taşıyor. Sanki sarayın duvarları, içindeki her fısıltıyı, her adımı kaydediyor. Tam önümde, devasa bir taht yer alıyor. Üzerine yerleştirilmiş ince işçilikle dokunmuş kırmızı kadife bir örtü, tahtın gösterişini daha da vurguluyor. Ve işte orada, Kral ve Kraliçe… Kral, uzun bir cüppesiyle oturuyor, başında mücevherlerle süslenmiş bir taç var. Cüppesinin altın işlemeleri, her hareketinde hafifçe parlıyor. Yanındaki Kraliçe ise zarif ve soylu bir duruşa sahip, göz alıcı bir elbise içinde, boynunda değerli taşlardan yapılmış bir kolye. Gözleri yumuşak ama keskin; her anı gören ve değerlendiren bir bilgelik taşıyor. Kral ve Kraliçe’ye yaklaşırken, kalbim hızla çarpıyor. Sarayda duyulan yumuşak müzik eşliğinde, her şey sanki bir rüyadaymışım gibi hissettiriyor. Kendimi bu büyülü atmosferin bir parçası gibi hissediyorum; tüm dikkatleri üzerimde hissetsem de bu dikkat beni ağırlaştırmak yerine bir şekilde yüceltiyor. Bu görkemli saray, insana güç ve asaletin en yüksek noktada birleştiği bir hissiyat veriyor.
(Visited 5 times, 1 visits today)