Sanat ne zaman sanattır? Sanatçısı onu bitirdiği andan itibaren mi yoksa ilk sanat tüketicisinin eseri eleştirel bakışlarıyla süzmeye başladığı andan itibaren mi? Sanat eserinin daha ulaşılabilir olması onu daha sanatsal yapar mı? Peki, sanatı daha ulaşılabilir kılmak için sanatın kalitesinden ödün vermek gerekir mi?
Schrödinger’in kedisi deneyine muhtemelen aşinasınızdır. Schrödinger’in kedisi deneyinde; bir kedi, bir şişe zehirle kapalı bir kutuya bırakılır. Bir mekanizmanın zehri kırıp kediyi öldürme ihtimali ile mekanizmanın tetiklenmeme ihtimali eşittir. Bu durumda, bir saat sonra, kedinin hayatta kalma ve ölme olasılıkları eşdir. Zehir kediyi öldürmüş olsa bile, kutu açılıp gözlemlenene kadar kedinin ölümü gerçek olarak kabul edilmez. Peki bu durumda, en değerli sanat eserlerinden biri olarak kabul edilen Mona Lisa tablosu Leonardo da Vinci’nin atölyesinde bir yerlerde öylece dursaydı, bugün gördüğü değerini hak eder miydi? Peki su gibi bir temel ihtiyacın bile şişelenip etiketlenip satıldığı bu dünyada, acaba sanat eserlerini de mi etiketliyoruz? Bütün sanat eserlerine erişimimiz olmadığından bizden öncekiler belirli bir eser grubuna değer verdi diye biz de popüler kültürü mü takip ediyoruz? Kim bilir daha ismini bile duymadığımız ne kadar sanatçı, varlığından bile haberdar olmadığımız ne kadar eser var. Özellikle Rönesans öncesi Avrupa’da Katolik Kilisesi’nin baskıları sonucu ne kadar eserin yakıldığını, yasaklandığını düşünürsek ne kadar çok sanat eserinin tarihe karıştığını anlayabiliriz.
Bu doğrultuda, bu kadar küresel bir dünyada, sanat eserlerini ulaşılabilir kılmak hiç de zor olmasa gerek. Konserleri, tabloları, hatta müzeleri dijitalleştirerek sanatı ulaşılabilir kılmak belki de insanlığın sanata bakış açısını, sanat anlayışını değiştirecektir.
Fakat sanatın bu kadar ulaşılabilir olması aynı zamanda sanatın büyüsünü de bozabilir. Kırsal bir kentte düzenlenen bir caz festivaline gittiğinizde yolda biriktireceğiniz anıları, kaldığınız oteldeki biraz gıcırdayan yatağınızı, sabah ettiğiniz organik kahvaltıyı hiçbir dijital platforma bulamayacaksınız. Bu önemsiz görünen detaylarda boğulmak istemeyebilir insan. Yolda vakit kaybetmemek, evinin konforundan uzaklaşmamak, işi çıktığında konseri durdurup sonrasında devam ettirmek isteyebilir. İlk bakışta cazip de görünebilir ama çoğu durumda o önemsiz gibi görünen küçük detaylar sizin zevk almanızı sağlayan şeylerdir. O konser aslında biraz evinizin konforlu ortamından kaçabilmek için bir bahanedir. Yıllar sonra hatırladığınızda sizi mutlu edecek şey konserde hangi şarkının söylendiğini değil konseri sizin önünüzde dinleyen babasının omzuna tünemiş çocuğun size dönüp gülümsemesidir. İnsan, bir şeyi hatırlayabilmek için onu çoğunlukla başka bir şeyle bağlar. Örneğin anaokulunda kırmızı rengi öğretirken yanında elma resmi olur. Böylece öğrenci elmanın kırmızı renkli olduğunu yani kırmızı rengini öğrenir. Sizin de bazen o konserde çalan şarkıyı hatırlamanız hatta anlamlandırabilmeniz için önünüzdeki çocuğun size gülümsemesi gerekmektedir. 2014 yılında Avrupa’nın en iyi müzesi seçilen Baksı Müzesi’nin Bayburt’un 45 km dışında bir dağ köyünde kurulmuş olması bir tesadüf olamaz sanırım.
Sanatı ulaşılabilir kılmak için hayattan detayları kaldırmak biraz tuzlu bir bedel olsa gerek. Ne de olsa hepimiz o küçük detaylarla mutlu olup onlarla üzülüyoruz. Yani detaylarda yaşıyoruz. Herhangi bir şeye ulaşmak, intihar etmeye değer mi?