Değmiyor ayaklarım yere, değmiyor, parlıyor her taraf! İnci gibi bin bir baharlarla dolu vatanımız, yeşermiş, canlı… Senin düşlediğin yerler gibi tıpkı. Dağlardan taşlardan ayaklarımız sertleşmiş bizim, olgunlaşmış; caddelere el veremeyiz biz, istersen gücün güçten taşsın, kabul etmeyiz orada yürümeyi.
Müzeler parlar senin gözüne, çeker seni “Gel, gel” diye, gezersin, çok görürsün. Ararsın, mozaiğini kubbenin içinde, kırk asırlık mabetlerde çok ararsın. Oysa bizim gözlerimiz ışıldar, bir güneş doğar içinde sessizlikte bile, bir sülüs görünce, bir yeşil çini dikkatimizi ele geçirince…
Beyaz bir kelebek gibi zarif bir bale kayar gözlerinin önünden, sen ilgiyle izlersin. Kendi raksına odaklanırsın, ama derin derin titrersin içeriden, biz ayaklarımızı yere savururken, toprağa diz vururken, meydan okurken. Zeybeğimizin yeri başkadır, bilirsin bunu her zaman.
Her yerden sesler gelir: tiz, berrak ve cırtlak. Kulağın duymaya yeltenmez ki orkestrayı sevesin… Ürpertir, korkutur seni o sesler, incitir kemiklerini; ıstırap çekenlerin nefesleri doldurur bütün vücudunu. Şahanedir bu bizim için oysa… mûsikîmizdir o bizim, kim yerini doldurabilir ki?
Gözlerin anlayarak bakar, düşünürsün gördüğün, baktığın kadın heykeli hakkında uzun uzun, zaman geçirirsin o yabancı şehirlerde yalnız başına. Biz öyle miyiz ki fakat, öyle bir ışıldarız, gurur duyarız ki şenlenir bütün hayat! Ne bilirsin ama sen, bizim için kıvrılmamış bir bel görmenin cana bedel olduğunu?
Biz Anadolu çocuğuyuz, öyle de kalırız. Başka bir sanat bilmeye ne gerek var, burada inci gibi memleketimiz dururken? Bizi daha ne yollar bekliyor, fakat senin hedeflerin farklı, çok farklı… Farklı yönlere sapıyoruz bundan sonra, yolun açık olsun!