SAN’AT

Bir bahar sabahı, uzak bir şehrin sokaklarında dolaşan bir gezgin, gözleriyle güzellikleri keşfetmekteydi. Elinde bir harita, adım adım tarihi bir mabede doğru ilerliyordu. Bahçelerde açan çiçekler dikkatini çekiyor, ama aklında hep kendi diyarındaki bahar manzaraları vardı. Gözleri, yeşilin her tonunu arıyor, bir zamanlar kendi topraklarında gördüğü o muhteşem doğayı hatırlıyordu.

Mabedin kapısından içeri adım attığında, muazzam bir mozaik ile karşılaştı. Her parça, geçmişin izlerini taşıyor ve onu derin düşüncelere sevk ediyordu. Kırk asırlık bu yapı, ona hayranlıkla birlikte bir hüzün de veriyordu. Tam o sırada, duvardaki sülüs yazıyı fark etti. O an, kendi iç dünyasında bir sarsıntı hissetti; geçmişi, gelenekleri ve kendi kültürünün derinliğini düşündü.

Dışarı çıktığında, bir grup yerel halkın zeybek oynadığını gördü. Müzik, fırtına gibi yükseliyor, zeybekçilerin diz vuruşları, toprağı sarsıyordu. O an, dansın enerjisi içinde kayboldu. Kalbi hızla çarpmaya başladı; dansın her figürü, ona kendi köyünde izlediği bayramlardaki coşkuyu hatırlatıyordu.

Bir yandan dans edenlerin arasından geçerken, yabancı bir heykeli izleyen bir kadına gözü takıldı. Onun duruşundaki asaleti, heykel kadar etkileyici buldu. Ama kendi köyündeki bir kadının kıvrılmayan belini düşündü; o bel, ona yaşamın gerçek kıymetini hatırlatıyordu.

Gezgin, bu yolda yürürken, geleneklerin ve sanatların farklı yüzlerini keşfetmenin heyecanını yaşadı. Ama Anadolu’su, onu her zaman daha çok sarıp sarmalıydı. Şimdi, gideceği yerler ve kalacağı anılar arasında bir ayrım yapma zamanı gelmişti. Arkadaşlarına veda ederken, türkülerle dolu bir yolculuk geçirdiği için minnettardı. Yolculuğu, sanatı ve kültürü birbirine bağlayan bir deneyim olmuştu. Ayrılırken, içten bir dilekle “Uğurlar olsun” dedi; yolları ayrılmıştı ama kalplerindeki bağ asla kopmayacaktı.


(Visited 3 times, 1 visits today)