Avuçlarımdaki kitabın başına buyruk sayfaları hızla ve kontrolüm dışında çevriliyordu. Kitabın ısısı, yaydığı ışık ve güç, elimde Güneş’i tutuyormuşum gibi bir his salıveriyordu her bir zerreme. Bir an kitabı bulduğuma pişman olurken bir diğer an da şükürler ediyordum, ‘’Ne mutlu ki kitap beni seçti.’’ diyordum. Evet buna canı gönülden inanıyordum. Kitap beni seçmişti, onu bulmama izin vermişti. Ellerimin içi, parmaklarımın ucu kavrulurken, yanarken cayır cayır bir çığlık kurtuldu ısırdığım dudaklarımdan. Ne kitabı kapatabiliyordum ne de fırlatabiliyordum; kitap ellerime, ellerim de masaya mıhlanmış gibiydi. Bitmesini bekledim, hatta bunun için yalvardım, kendimden geçmek üzereyken anılara daldım.
Araştırmama son noktayı koyacağına inandığım bir kitap vardı, aramadık yer bırakmadım yine de bulamadım. Salutis 383 el yazması… Aylardır aradığım bu kitabı sonunda Taksim’in arka sokaklarındaki bir sahafta buldum. Aynı gün büyük bir heyecanla kitabı okumaya başladım. 23. sayfaya geldiğimde el yazısıyla yazılmış bir not buldum. Eski bir parşömen kağıdına yazılmış hafif silik bir yazıydı. Simyayı araştırırken öğrendiğim antik bir dildeydi. Kah zorlanarak kah heceleyerek fısıltıyla okudum yazıyı. Anlamını düşünmeme vakit kalmadan gözlerimi kamaştıran o ışık baş göstermişti bile.
Sersemlemiş bir şekilde kafamı kaldırdığımda bileklerimde yoğun bir acı hissettim. Kapağı kapanmış kitabı korkarak masada bir kenara ittirdim. Bileklerimde yanık olduğu apaçık belli olan izler vardı ama sanki özenle çizilmiş gibiydiler. Bu kadarı fazlaydı kitabı sahafa geri götürmeyi aklıma koymuştum.
Bütün gece hiç uyuyamamış günün ilk ışıklarıyla kollarımda kitapla sahafın yolunu tutmuştum. ‘’Ben bu kitabı iade etmek istiyorum.’’ Yaşlı adamın karşısında yorgun ama kararlı bakışlarımla duruyordum. Yavaşça rafların arasından çıkıp yanıma yaklaştı. ‘’Kızım,’’ dedi şefkatli ve biraz da bilgece bir tavırla. ‘’bu kitaptan yıllar önce bana babam bahsetti. Sahafımızda yüzyıllardır sahibini bekleyen ama asla kimseye görünmeyen bir kitap olduğunu, kitabı soranlar için kitabı aramam gerektiğini ve eğer kitap belirirse kitabı sahibine teslim etmemi nasihat etti. Bunca yılların sonunda atalarımın görevini yerine getirmeme müsaade et. Kitabı geri vermeden okumayı dene, bitir ve yine gel.’’ İhtiyarın yakarışı beni eve kitapla dönmeye zorladı.
Bileklerimdeki yanıktan çok dövmeye benzeyen izlere son kez göz gezdirip kitabı temkinlice açtım. Sabaha karşı kitabı bitirmeme bir kaç sayfa kala uyuyakalmış garip bir rüya görmüştüm. Rüyamda bir kadın bana bir kitabı -Salutis 383 el yazmasını- teslim ettikten sonra ‘’Bul bizi, kurtar bizi. Yardım et.’’ diye çığlık atmaya başlamıştı. Sıçrayarak uyanıp kitabın son birkaç sayfasını okudum. Ama ne yapmam gerektiğini anlamamıştım. Sonra gözüme kitabın arka kapağına işlenmiş birkaç desen ve yazılar çarptı. Desenler bileklerimdeki izlerle çok uyumluydu. Desenlerin silinmiş bölümlerini bileğimdeki izlerle çakıştırdıktan sonra içgüdüsel olarak, bilinçsizce yazıları okumaya ardından da ezberlememiş olmama rağmen ezberimdeymiş gibi notta yazan yazıyı fısıldadım.
Ter ve acı içerisinde ayıldığımda karşımda yazmadaki simyacıları kanlı ve canlı görmeyi beklemiyordum elbette. Hepsi bana Tanrı’ya bakar gibi bakarken her şey yerli yerine oturmaya başlamıştı. Bu simyacılar Felsefe Taşı’nı ve Ölümsüzlük İksiri’ni bulmuşlardı. Ama nereden bilebilirdi ki ölümsüz olmanın bir kitaba sıkışıp yıllarca ölümlü olmayı özlemek ve beklemekten ibaret olacağını…