Kız kardeşim Eliz’i 3 yılı aşkın süredir görmüyordum. Norveç, Oslo’da iyi bir üniversite kazanınca oraya taşınmıştı. Açıkçası aile bağlarımız çok kuvvetli olmadığından, ne annemler ne de ben, onu ziyarete gitmemiştik. Hatta özel günler dışında, telefonda çok konuşmuşluğumuz bile olmamıştı. Ta ki Eliz’in beni dün gece arayıp: ”Abla sana ihtiyacım var. Acilen buraya gelmen gelmen lazım. Sakın ne olduğunu sorma gelince konuşuruz.” demesine kadar. Yelkovan, üç dakika sonra akrebin üstüne geldiğinde saat tam 12 olacaktı. Uykulu gözlerle yarın sabah için uçak bileti bakmaya koyulmuştum. Fakat o sırada telefonuma Eliz’den bir mesaj geldi. Bu gece saat 2 için benim adıma çoktan uçak bileti almıştı bile. Bu kadar acele edilecek ne olduğunu, oraya gidince nelerle karşılaşacağımı hiç bilmiyordum. Uykulu gözlerle pijamalarımı değiştim, küçük bir valizin içine gerekli gereksiz dolabımda gördüklerimi tıkıştırdım. Dışarıda taksinin gelmesini beklerken içim içimi yiyor, paniğe kapılmamaya çalışıyordum ama telaşlanmamak elde değildi.
…
Yaklaşık 5 saat süren yolculuğun ardından Oslo Havaalanı ‘ndaydım. Eliz’i aradım ama telefonu kapalıydı. İçimde her geçen saniye artan korkuya hakim olmak zorlaşıyordu. Derin bir nefes aldım, gökyüzüne baktım ve bir anlığına da olsa havada ahenkle dans eden karın yere düşüşünü izledim. Bu sessiz, sakin yerde aniden çalan korna sesiyle irkildim. Eliz, arabanın içinden bana, ”gel” işareti yapıyordu. Karanlıkta ve uzaktan yüzünü, nasıl hissettiğini anlamak güçtü. Hızlı adımlarla arabaya doğru bindiğmde: ” Abla! ” diyerek boynuma sarılmış iç çekiyordu. Sesindeki çaresizlik ve acıyı hissetmemek elde değildi. Dediğim gibi, aile bağlarımız kuvvetli değildir. 30 yıllık ömrüm boyunca Eliz’in bana böyle sarıldığına şahit olmadım. Arabayı kullanacak durumda değildi o yüzden ben sürücü koltuğuna geçmiştim. Bir yandan sessizce ağlıyor, bir yandan da yol tarif ediyordu. Eve adımımı attığım ilk anda karşılaştığım manzara: masanın üzerinde duran yiyecekler, gereksiz ışıklandırmalar; her taraf pis olan bir zemin, kısacası parti yapılmış dağınık bir evden ibaretti. Ortalığı toplamadan, iki kız kardeş olarak karşı karşıya oturduk. Tam Eliz bir şeyler anlatmak için ağzını açtığında, onu durdurdum. Susuzluktan kuruyan dudaklarımı araladım ve: ”Dolaptan su alıp geleceğim, sen de o sırada biraz daha toparla kendini.” dedim. ”Hayır abla!” diye bağırıp beni durdurmak için ayağa kalkmıştı ama ne yazık ki artık her şey için çok geçti. Yarı kapalı gözlerle buzdolabını açmamla gözlerim de fal taşı gibi açıldı. Önce kulağım çınladı, başım döndü, daha sonrasında kardeşimin sesini işitemez oldum ve kanım çekilmeye başladı…
…
Yavaş yavaş kendime gelmiştim. Gözlerimi açtığımda yere yığılmış bir şekilde Eliz’in kucağında öylece yatıyordum. Saçlarımı okşayarak geriye attı, gözyaşlarını sildi. Buzdolabının içinde; kalbin üstüne saplanılmış kanlı bir bıçak ve hemen yanında bırakılmış küçük bir not vardı. Notta: ”Bu gece sıra sana gelecek yazıyordu.” Bir aya yakın süredir hiç görmediği, daha doğrusu kim olduğunu anlayamadığı biri tarafından tehdit edildiğini fakat işler bu noktaya gelince fena derecede korktuğunu söyledi. Ayrıca, bu kişinin yazdığı her notu er ya da geç uygulamaya geçirdiğini belirtti. Odasına gittik ve eşyalarını topluyorduk. Ne olursa olsun kardeşimin burada daha fazla kalmasına izin vermeyecektim. Evet, belki birbirine bağlı güçlü bir aile olmayı becerememiştik ama hiçbir şey için geç değildi. En azından bir süre Türkiye’de kalırdı ve sonrasını da bir şekilde oturup konuşurduk. Biri gözünü korkutmak, dalga geçmek istiyor da olabilirdi ama işleri riske atmamak en mantıklısı diye düşünüyordum kendi kendime. El ele tutuşmuş,tam odadan çıkacakken bir çıtırtı duyduk. Lambalar kapandı ve fener olduğunu tahmin ettiğim bir aletten, güçsüz bir ışık yayılmaya başladı. Yarımlanan kapıdan sadece bu kadarını görebiliyorduk. Kafamı çevirdiğimde Eliz, dudaklarını ısırmış ve gözlerini sımsıkı kapamış bir şekilde istemsizce titriyordu. ”Başka çıkış kapısı var mı bu evin?” diye sordum gerginlikle. Başını hafifçe bir aşağı bir yukarı sallayarak mutfak tarafını gösterdi. ”Bana bak! ” dedim. Zaten tüm ışıklar kapanmıştı sessizce ve hızlıca mutfak kapısından çıkacaktık. Arabayı da o tarafa park ettiğimiz için şanslıydık doğrusu. Evdeki yabancının ayak sesleri, üst kata doğru çıktığının işaretiydi. İşte şimdi tam zamanı diye düşündüm ve koşarak evden çıktık. Ayak seslerini duymuş olsa gerek koşarak peşimizden gelen yabancı, arkamızdan ateş ediyordu. Neyse ki iş işten geçmişti, biz çoktan basıp gitmiştik bile.
…
Tekrar havaalanına ulaştığımızda güneş kendini yavaş yavaş göstermeye başlamış, sabah olmuştu. 3 saat sonraya bilet almıştık. Yani Türkiye’ye dönecektik. Gülen gözlerle ikimizde aynı anda kafamızı çevirip birbirimize baktık. Uykusuzluk, stres, korku ve yorgunluktan çökmüş gözlerle bakışıyorduk. Hiç ayrılmayacakmışcasına sarıldık. Bu öyle bir duyguydu ki her türlü derdi sıkıntıyı söküp atabilirdi içinizden. Usulca omzuma koyduğu başını okşadım. Acaba Türkiye’ye gelince bizi neler bekliyordu? Gözlerimi kapadım ve şu anın güzelliğini yaşamak için bıraktım kendimi…