Yine bir pazar günü, hava bazen yağmurlu bazen güneşli… Ankara değil mi ne yapacağı belli olmuyor! Uzun süredir ezbere yaşamaktan şikayetçiyim her sabah, her saat, her an. Ama bu pazar bir farklı bir değişik diyebilme arzusuyla uyandım yine, arkada standart şekilde Pink Floyd çalıyor. Şarkının ritmiyle yatakta doğruluyorum, karışmış saçlarımı elimle tarıyorum ve onsuz sadece bulanık görebildiğim gözlüğümü takıyorum, aklımda yarınki okul gününün kabullenilmiş acısı ve telefonumda dostumdan bir mesaj, ” Buluşalım mı ya takılırız birkaç kişi daha gelecek, ne dersin?”. Kendi kendime daha iyi bir işim olmadığı geliyor aklıma ve klasik yerimize giden otobüse biniyorum.
Otobüs kırmızıda durmuşken iniyorum otobüsten, sırtımda eski püskü çantam, ve çiseleyen yağmur altında yürüyorum. Okulun yakınlarında bir kavşak vardır, bol araba kazası ve bankaları bulabileceğiniz bir yer işte tam oradan geçerken sahafın tekinin kapısının önünde bir kitap görüyorum, etrafı iyice kolacan ettikten sonra kapağı yıpranmış incecik o kitabı paltomun cebine koyuyorum ve ellerim cebimde oradan bilmemişcesine uzaklaşıyorum. Arkadaşların yanına vardığımda kalitesiz bir bankta eğlendiklerini görüyorum, beni görünce daha da çıldırıyorlar neyse yanlarına otururken cebimden bir not düşüyor eski püskü yanları kıvrık durmaktan açılmıyor bile içinde “eğer ona bir şans daha veriyorsan kendini bir daha kandırmayı göze alıyorsun demektir.” yazıyor, tabii ben bunu hep yaptığım gibi yine birileri triplere girmiş olarak değerlendiriyorum… O anda dostlarımdan biri napıyorsun diye yaklaşıyor bende yok bir şey diyerek anlamsız notu cebime atıyorum. O anda grubun arasında en yakın olduğum dostuma- dostum dediğim de iri, ve seyrek sakallı ama bir o kadar da naif biri- insanların arasında tek kulağımda kulaklık, onları dinliyormuş gibi yaparken birileri geliyor ama aralarında biri var ki ilk kez gördüğüm birini bu kadar uzun süredir tanıyormuşum gibi hissedemezdim asla. Bir anda konuşmaya başlıyorum, o an ne varsa hazırda, müzik, film falan filan hiç önemli değil onunla konuşuyordum. Artık emindim ilk görüşte aşk yok tanıdıkça insan yaklaşmaya başlıyor hatta korkunç bir şekilde bağımlı olabiliyor…
O gün aralıksız uyudum ama güzelliklerin bir sonu vardır saat yedi buçuk ve alarm yarın yokmuşçasına bağırıyor, aynı sabah ritüeli. Çabucak farklılığı yasaklayan üniformalarımı giyiyorum. O pazartesi bir farklı bir değişik benim için, anlam veremesemde… Sınıfa girdiğimde o anlattığım dostumun yanına oturuyorum klasik hal hatır sormalar yaşanıyor, etrafa bakıyorum saat sekiz, öğrenciler uyanamamış ve salyangoz gibi sürünüyorlar okul içinde. Kafamın çalışmadığı ilk iki dersten sonra hafif sohbetler açılıyor insanlar arasında, herkes kendi halinde. Öğlen az da olsa onu görüyorum, tabii haberi yok ama umrumda mı ki? Böyle de mutluyum diye geçiriyorum aklımdan. Bir koşu yürümeye başlıyorum, gittiğim yerde o var ve sanki uzun süredir birbirimizi tanır gibi beni çağırıyor sohbete, hemen diyorum. Bu insanların arasında farklıyız ve mutlu olabiliriz belki diye düşünüyorum, kim bilir, belki! Uzun gece konuşmaları, öneriler ve gerçekleşmesi imkansız hayaller ile dolu haftalar geçiyor.
Bir gün, yine aynı ama mesaj yok, neyse. İkinci gün her şey aynı, mesaj yok yine. Üçüncü gün kesin gelir, Allah Allah yok ama. Böyle böyle tam tamına bir hafta içim içimi yiyor, bir şey mi yapmıştım acaba? Etrafım bu kadar çevriliyken nasıl da bu kadar yalnız kalmıştım? Önceden böyle hissetiklerimin hepsi bir parça alıp götürmüştü benden acaba bu yüzden bi bunları dolduracak birini arıyordum? Her sabah oturup yatağa ben beni düşünüyorum, böyle bitmemeliydi, bu o kötü sonlardan olmamalıydı, Korktuğum gerçek olmuştu bağımlı olmuştum ona… Düşüncesiyle yatıp, düşüncesiyle kalkıyordum. Dışarıda kısa kollu üstüne giydiğim paltomla soğukta oturuyorum uzun süredir, elimde bir kitap var, rastgele karıştırıyorum sayfalarını. İçimde hep bir umut, dönecek diye ama gün gün kararıyor o umut ve yaşıyorum gürül gürül kaç gündür. Sızı her geçen gün büyüyor ve o büyüdükçe daha da ölesim tutuyor.