İş çıkışı, yoğun geçen bir günün ardından sahile doğru yöneldim. İçimde biriktirdiğim stresi azaltmak için sessiz ve huzurlu bir atmosfer arayışındaydım. Sahildeki ince kum taneleri, ayaklarımın altında narin bir dokunuşla karşıladı beni. Gökyüzündeki parıldayan yıldızlar, denizin mavi yüzeyine yansıyarak sakinliği daha da vurguluyordu.
Rüzgar, saçlarımı nazikçe savurarak yüzümde hoş bir serinlik bırakıyordu. Denizden gelen tuzlu esinti, içime adeta bir tazelik dalgasıyla doluyordu. Sahilde adım atmak, rüzgarın melodisi eşliğinde dans eden kum tanelerini izlemek, o anın değerini fark etmemi sağlıyordu.
Taş almak için eğildiğimde, avuçlarımda hissettiğim taşın pürüzsüz dokusu huzur vericiydi. Deniz kabukları, rastgele dağılmış kum tepeleri ve dalga sesleri, doğanın muhteşem bir konserini sunuyordu. Ancak, içimdeki huzurun ani bir değişimle yerini tiksintiye bıraktığını hissettim.
Gökyüzü aniden bulutlandı, rüzgarın nağmesi hüzünlü bir ton aldı. Sahildeki insanlar, sanki yabancılar gibi görünmeye başladı. Renkli şemsiyeler, gülen yüzler ve sevimli köpekler… Her şey, bir gösteri sahnesinden fırlamış gibiydi. Bu detaylar, içimdeki tiksintiyi daha da derinleştirdi.
Taşı elime aldığımda, soğuk yüzeyi içimi daha fazla bir yolculuğa çekti. Pürüzsüz dokusu, hayatın karmaşıklığını ve içsel mücadeleleri sembolize ediyormuş gibi geldi. İnsanlar arasındaki samimiyetsizlik, sahildeki bu soğuk taşın varlığıyla içimde garip bir dalgalanma yarattı.
Sahil boyunca yürümeye devam ettim, ancak adımlarımın ağırlaştığını hissettim. Her adım, içsel bir çatışmanın izini sürmek gibi bir his yaratıyordu. Belki de bu sahil yürüyüşü, dış dünya ile birlikte kendi iç dünyamla da yüzleşmem gereken bir başlangıçtı.