Yıllar sonra memleketine, doğduğu eve geri dönüyordu. Savaş başlayalı daha haftalar bile geçmemişken bu küçük sahil kasabasını boşaltma emri gelmişti bölgedeki askeri birliğe. Evan üstünden yıllar geçmesine rağmen tahliye zamanını saniyesi saniyesine hatırlıyordu. Yaşanan o kargaşayı, sevdiklerine ulaşmaya çalışan insanların camları titreten bağırışlarını, ayaklar altında ezilmesin diye çocuğunu korumaya çalışan anne ve babaların yeri göğü inleten haykırışlarını… Sanki, o zamanlarda ağzı hala süt kokan Evan bu olanları unutmasın diye yaşadıkları, hafızasının bir köşesine yerleşmiş, kaybolmamak için de kendini bir kazığa bağlamıştı. Aradan geçen onca yıl boyunca Evan o kazığı söküp atmak için elinden geleni yapmış olsa bile nafile.
Saatlerdir yolda olmanın sonucu olan uykusuzluk etkisini göstermeye başlamıştı. Bu şekilde yola devam edemeyeceğinin farkında olsa bile hala planının gerisindeydi. Tek sebep de bu değildi. Hükümet, savaşın bittiğine dair bir açıklama yapmamıştı. Hatta bunun yerine, kendi ülkelerinin topraklarında olsalar bile gardlarını asla indirmemeleri ve yanlarında silah ve yedek mermilerle yolculuk etmeleri gerektiğine dair basın toplantıları yapılmıştı.
Etraf kapkaranlıktı. Bulutlar, ay ışığını bir balık ağı gibi yakalıyor ve yeryüzüne ulaşmalarını engelliyordu. Karanlık o kadar yoğundu ki elindeki fener bir projektör kadar güçlü olsa bile en fazla üç metre ötesini aydınlatabiliyordu. Işık, önündeki karanlığı dağıtıyordu fakat karanlık Evan’ın arkasında yeniden toplanıyor, yoğunlaşıyor ve sanki onu ittirerek yürümeye zorluyordu.
Bir saat kadar sonra güvenli olduğunu düşündüğü bir yerde durdu ve çantasını yere koydu. Etrafındaki çalılar, yakınından geçecek herhangi bir aracın veya yayanın onu fark etmesini engelleyecek şekilde dizilmişlerdi. Çalıların etrafına ağaçlar tek tük dağılmışlardı. Sanki bu yer, biraz uyuyup enerjisini geri kazanabilmesi için yoktan var olmuştu. Çantasından askeri kamuflaj desenli uyku tulumunu çıkardı ve yere serdi. Elini tekrar çantasına attı ve üstünde yeşil harfler ile “fasulye” yazan bir konserve çıkardı. Arka cebinden siyah-sarı kabzalı ve işlemeli bıçağını alıp konserve kutusunu dikkatlice açtı. Bütün konserveyi bitirdikten sonra uyku tulumuna girdi ve kafasını çimlere koydu.
Sabahın ilk ışıkları yaprakların arasından süzülüp narin dokunuşları ile yüzünü ısıtıyordu. Kalktı ve askeri tulumu çantasına geri koydu. Çantanın yanındaki bir cepten haritasını çıkardı ve planı tekrar kontrol etti. Önünde az bir yol kalmıştı ve karanlık çökmeden varabileceğini düşünüyordu. Hızlıca yola koyuldu. Doğduğu kasabaya, evine hemen varmak istiyordu.
Yürürken aynı anda aklından evi hakkında hatırladığı şeyleri geçiriyordu. Evini tanıyabileceğinden emin değildi ama görünce hangisinin onun evi olduğunu hissedeceğine inanıyordu. Kasabadaki her ev gibi onlarınki de üç katlıydı. Dikdörtgen prizma şeklindeki bu evi diğerlerinden ayıran en önemli özellik her katın farklı renkte olmasıydı. Giriş katı, her evde olduğu gibi, yeşildi. İkinci kat maviye boyanmıştı. Kendi odası bu katta olduğundan renk konusunda ortalığı ayağa kaldırdığı günü gayet net bir şekilde hatırlıyordu. Üçüncü kat, yani çatı katı, siyaha boyanmıştı. Evin içindeki her detayı hatırlayamasa unutamadığı bir şey daha vardı: Kendi penceresinden görünen o muhteşem okyanus manzarası. Her sabah, okyanusa kahvaltı etmeye gelen kuşlar karınları doyunca Evan’ın camının önüne konar ve tatlı bir şarkı söylemeye başlardı. Bu şarkı Evan’a o kadar güzel gelirdi ki bir saniyesini bile kaçırmamak için hızlıca kalkardı. Uyandığında misafirlerini korkutmadan camına yaklaşır ve ufka kadar uzanan o lacivert çarşafın dalgalanışını izlerdi.
Bütün bunları düşünürken farkında olmadan kasabanın girişine gelmişti. Tozdan dolayı artık okunamayan bir tabeladan anlaşılabiliyordu bu. Kalbi daha hızlı atmaya başlamıştı. Koşarak tabelayı geçti ve evlerin arasındaki sokakta yürümeye başladı. Telaştan en başta fark etmemişti ama kasabada daha derinlere gittikçe farkına varmıştı. Etrafında ayakta kalmayı başaran tek bir bina bile yoktu. Hatta yer yer bu beton parçalarının bir eve ait olduğunu söylemeye bin şahit lazımdı. Hafızasını ne kadar zorlasa da nafile, evinin nerede olduğunu hatırlayamıyordu. Hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Geceyi burada geçiremezdi.
Ayrılmadan önce son kez sahile gitti. Güneş, turuncu ışıklarını her zamanki heybetiyle etrafa saçıyordu. Çocukluğunda hatırladığı o lacivert çarşaf turuncu ışıklarla karışıp sarıya çalan bir renk almıştı. Dalgalar her zamanki narinliğiyle kumları okşuyor ve okyanusa geri çekiliyordu. Etraf yavaş yavaş kararırken gün batımının tadını çıkardı. Sanki bir daha geri gelmeyecekmiş gibi…