Dün gece yattığımda ertesi gün mutsuz uyanacağım içime doğmuştu adeta. Sabah uyandığımda hislerim doğru çıkmıştı. Yataktan beni hiçbir gücün kaldıramayacağı durumdaydım. Bunun bir sürü sebebi olabilirdi: Evet, gece geç uyumuştum; Perşembe günüydü-en sevmediğim gün-,okula gitmeliydim… Ancak galiba bu sebeplerden hiçbiri değildi. Sorun daha temel bir şeydi: Galiba artık sıkılmıştım. Her gün kalkıp aynı şeyleri yapmaktan, aynı günü yaşamaktan, hayatlarımızda heyecan olmamasından… Yataktan kalkıp üniversiteye gidecek olma düşüncesi bile beni sıkıyordu. Ben daha gençtim, hayatımda biraz heyecan olmalıydı. Belki de bunun için risk almalıydım. Anlamadığım şekilde risk almaktan tüm insanlar, ben de dahil, çok korkuyordu ama aslında risk almak kötü değildi. Tatlı bir heyecan, sana bir kere verilen hayatı renklendirmekti. Bence bizim özendiğimiz insanlar, aldığı riskler sonucu buralara gelmişti.
Tamam, bugün buna kesin karar vermiştim. Bugün deliler gibi eğlenecektim. Okula gitmeyecektim, hatta – uyandıktan sonra ilk işim olan- telefonumu da açmayacaktım. Kendime Bebek’te kahvaltı ısmarlayacaktım. Tüm günümü hayal edince içime bir enerji dolmuştu. Yataktan tek hamlede kalktım. Meğerse ihtiyacım olan tek şey bir mola, biraz motivasyonmuş. Hazırlanmaya başladım. Bugün makyaj falan da yapmayacaktım, hiç umurumda değildi gerçekten ama saçımı birazcık olsa da düzeltmekte fayda vardı. Yeni uyanmış olmanın etkilerini belli ediyordu neticede. Saçıma güzel dağınık bir topuz yaptıktan sonra üstümü giyinip evden tek adımda çıktım.
Evden çıktığım an kendimi özgür hissetmiştim. Bugünü kimse mahvedemezdi. İstanbul trafiğini atlattıktan sonra varmıştım Bebek’e. Kafede şansıma denize bakan masalar boştu. Keyiflice kahvemi yudumlarken birazcık etrafı izleyip ardından hesabı ödedim. Telefonumu kapamıştım, o yüzden kafam da rahattı. Sıradaki durak Sultanahmet Meydanı’ydı. Evet, biraz alakasızdı ama kendimi bildiğimden beri orayı çok severdim. İstanbul’da yaşamıyorken gitmiştim ilk kez, küçüktüm o zamanlar. Bugün de oraları tekrar ziyaret etmek güzel olurdu. Önce Ayasofya’yı gezerdim, sonra Yerebatan Sarnıcı’nı hatta belki Mısır Çarşısı’na gidip orada kaybolurdum kalabalığın arasında.
Arabama doğru yürürken telefonumu açmam gerektiğini hatırladım. Yolları daha öğrenememiştim, navigasyona bakmam gerekliydi. Telefonumu alırken bir kağıt parçası cebimden düştü. Bir adres ve altında not yazılıydı: Bu adrese gel. Güldüm, herhalde filmlerdeki gibi bu adrese gidecek değildim. İşte tam korku filmi konusu… Gizemli bir nottaki adrese gidersin, sonra al başına işi… Aklı başında bir insan olarak tabii ki de gitmeyecektim. Ancak daha sonra dikkatlice bakınca kağıttaki yazının tanıdık olduğunu fark ettim. O yazı benim arkadaşım Yağmur’ un yazısıydı. Hatırlamıştım, telefonumu açtım: on cevapsız arama. (hepsi Yağmur’dan) Yağmur bana ne dese haklıydı. Bizi ‘’İngiltere’den üniversitemizi ziyarete gelecek olan hocaları’’ gezdirmemiz için seçmişlerdi. Onlara İstanbul’u gezdirecektik. Dün bu notu Yağmur unutkanlığımı bildiğinden yazıp cebime tıkıştırmıştı her ihtimale karşı. Kendimi boşuna özgür, asi bir kız gibi hissetmiştim. Her şeyi elime yüzüme bulaştırmıştım. Düşünmem gereken bu gecikmeyi nasıl açıklayacağımdı. Aklıma hemen bir fikir geldi. Yağmur’u aradım, durumu açıkladım. Başta kızsa da sonradan güldü bana. Zaten biz yakın arkadaştık, anlardık birbirimizin halinden. Planım şuydu: Yağmur hocaları Eminönü’ne getirecekti, zaten Eminönü turistleri götürebileceğimiz en iyi yerlerdendi. Ben de orada bir kebapçıyla anlaşıp sanki baştan beri orada onları bekliyormuş gibi yapacaktım. Zaten yabancılar Türkiye’ye gelmişken kebabı da denemek isterlerdi. Bu durumdan da paçayı kurtarmıştım. Bir risk almıştım ve çok keyif almıştım. Gereksiz bir heyecan yaşamıştım.(birazcık korkulu olsa da)İşte belki de risk almalıydık bu hayatta. Risk alıp keyfini çıkarmalıydık bu dünyanın…