Devlet kavramı medeniyetlerin ilk oluştuğu andan itibaren ihtiyaç duyulmuş ve çok hızlı bir toplumsal tepki ile oluşmuş bir kavramdır. Devlet kavramının bir ihtiyaç mı yoksa bir baskı aracı mı olduğu ise belki de bu kavramın ortaya çıktığı andan itibaren tartışılmıştır. Peki devlet gerçekten bir ihtiyaç mıdır?
İlk bahsettiğimiz sorunsalın cevabı hem ihtiyaç hem de bir baskı aracı olduğudur. Devlet gerçekten bir baskı aracıdır ve bunla aynı orantıda da bir ihtiyaçtır. Devletin baskı unsurunun artması devlete ihtiyaç duyulduğu ortamlarda artar. Devlete ihtiyacın fazla olmadığı ortamlarda ise arttırılmış devlet baskısı toplumsal gelişim için muazzam bir artı değer kaynağıdır.
Toplumsal kriz ve toprak çatışmalarının olmadığı Küba’da Fidel Castro’nun başlattığı “Komünist Hedeflere” sahip “Sosyalist Devrim” ile yönetime gelen iktidar. Cumhuriyet rejimi ve diktatörlük sistemini benimsemiştir. Bugün Küba 11.33 milyon nüfusu ile çok düşük bir sayısal ekonomik aktivite oranına sahip olmasına karşın, sayısal derken insan sayısından bahsediyoruz, salt anlamda dünyanın en gelişmiş sağlık ve eğitim sistemine sahiptir zira devlet egemen toplum yarattığı tüm artı değer ile hızla gelişmektedir.
Küba örneğini inceledikten sonra şu sonuca çok net bir şekilde varmaktayız: devlet insan toplumu için en mutlak ihtiyaçtır ve baskı aracı olduğu düzeyde yararlıdır. Başta bu söylem çoğu insana özgürlüklerine yönelmiş bir tehdit gibi gelmektedir. Biz bu noktada bu insanları kesinlikle yadırgamıyor ve onları yaşadıkları liberal kapitalist dejenere toplumun suçsuz öğeleri olarak görüyoruz. Bu sebepten ötürüdür ki özgürlük, toplum, devlet, insan ve baskı unsurlarını bütünsel olarak sistemli bir şekilde anlatmayı bilgilenme açısından gerekli görüyoruz.
Öncelikle insan kavramı üzerinden gidilmelidir. Yapısı gereği insan özeleştiriye sıcak baksa da özeleştiri yapmayı pek başaramamaktadır. Bundan dolayı biz olgun bir insana zihnen en uzak fakat ihtiyaç olarak en yakın ve dürüst olan dolayısıyla eleştirildiği taktirde aslında yalnızca eleştiri unsurları değiştirilerek bir özeleştiriye dönüştürülebilecek olan bebekler üzerine bir eleştiri yapmayı uygun gördük.
Özellikle insanın bilinmeyen yönü üzerine eğilen psikologlar olmaları nedeni ile özellikle Freud ve Jung’un araştırmalarını ve çok önemli filozoflar olan Hobbes ve Schopenhauer’un çalışmalarını detaylı olarak inceledik ve irdeledik dolayısıyla yazımızın kalan bölümünde irdelediğimiz bütün olguların kaynaklarını fikren saydığımız filozofların eserlerinden, fiili ve bilimsel olarak iddia edilen fenomenlerin kaynaklarını ise saydığımız psikologların eserlerinden okuyabilir ve inceleyebilirsiniz.
İnsanın yapısını bebekler üzerinden incelediğimizde gördüğümüz şey olağanüstü bir bencilliktir ve bu bencilliğin devamı olan vahşileşmiş cinsellik, ırkçı düzeyde ayrımcılık, sanrısal düzeyde bir açgözlülüktür. Bebek bu olguları zamanla baskılanır. Bu saydığımız özellikler bebeğin “id” isimli bilinçaltı bölgesidir. Bu bölge onun sınırsız arzu noktasıdır. Doğduğu andan itibaren insan ölene kadar bu nokta hep canlıdır ve bedensel ihtiyaçlar bulunduğu ölçüde de aktifir. Yokluğu amaçsızlığı doğurur. Bu bölüm insanda hem bilinçte hem de bilinç altında bulunur. Ailesinden reddedilme ve baskılanma, bu keimeye dikkat çekerim, tepkisi aldıkça bilinç altına çekilir ve makul istekleri bilinçte kalır. İşte bu noktada “id” in temsilcisi, diğer bir deyişle tatlı dilli diplomatı olan “ego” ortaya çıkar ve ego ile ide paralel olarak bilinç ve bilinçaltında bir “ süperego” oluşur. Süperego bir baba figürü misali vücudun ihtiyaçlarını haykıran “id”i baskılar ve otorite ile birlikte gelişir. Ego ise süperego ile idin gelişme düzeylerini belirleyen ve dışarı ile iletişimi sağlayan bir araçtır.
Psikolojinin genel yapısını yeterli düzeyde inceledikten sonra şu açık sonuca varmaktayız, insan yapısı gereği kendini seven bencil bir varlıktır günümüz toplumunda iyi insanlar ise yalnızca süperegosu isteklerini bastırmış yahut hormonel sıkıntılar yaşayan bireylerdir. İnsanın bu yapısal kötülüğü ancak bunu dürüstçe kabul eden ve bu bencilliği benimseyen ve onu koşulsuz bir şekilde kendi hizmetçisi haline getiren baskıcı diktatoryadır. İnsan bu toplumda benliğini toplumla birleştirir ve bütün toplum ayrı özellik ve ihtiyaçlar zincirinde harmonikleşmiş bir toplumsal bir varlığa dönüşür ve insanın idi ile süperegosu aynı kavram haline gelerek egonun gereğini ortadan kaldırır. Bu açıdan benlik yok edilmez, benlik egodur, süperego ve idin birleşmesi sonucu o da bu birleşmede yerini alır ve bebek doğduğunda bulunan açgözlü id bir ortak akla dönüşür ve aynı şey tüm toplumda gerçekleşince oluşan mutlak ortak akıl bir kadir iradeye dönüşür.
Psikolojik olarak bu mükemmel durumun oluşması için mutlak bir baskı aracı olarak devlet tüm toplumun tüm toplum üzerine bir yönetim erki haline gelir insanlık için mükemmel bir bilimsel ve kültürel gelişme üzerine şekillenen ahlaklı ve eşit bireylerden oluşan erdemli toplum ortaya çıkar.
Bu mutlak erdemli toplumun yükselmesi ile insanlık en yüce seviyesine yani üstinsan ve onun yarattığı altın çağa kavuşur. Bu saydığımız mümkün olgular hayal değildir ve bilimsel olarak mümkündür. İnsanlık için en önemli ihtiyaç mutlak bir devlettir.