Sabah güneşi perdelerimin arasından odama süzülürken doğruldum. Gözlerim eserlerimin arasında dolaştı. Fırçamın dokunuşuyla can bulan her bir tuval, iç dünyamı yansıtıyordu. Favori eserime baktım, Renklerin Çığlığı. Kargaşayı resmetmiştim. Resme ilk baktığınızda rastgele renklerle uyumsuz bir kompozisyon oluşturduğumu düşünebilirdiniz. Ancak dikkatli bakınca tuvalin ortasında bir figür görüyordunuz, cılız bir siluet. Yüz ifadesi belli değildi belki, ama huzursuzluğu çok rahat hissediliyordu. Çoğu eserim de ona benzerdi; hepsinde bir çeşit karamsarlık, umutsuzluk vardı.
Odamdan yavaş adımlarla çıktım ve kendime kahve yapmaya başladım. Gözlerim, kahveye süt ekleyen ellerime kaydı. Tırnaklarımın etrafı boyalarla kaplıydı, dün akşam saatlerce resim yapmıştım ve lekeleri çıkarmaya zamanım olmamıştı. Ancak özene bezene resmettiğim duygularım, belki de hiçbir zaman sanatseverlerle buluşamayacaktı.
Kahvemi alıp bahçeye çıktım. Sabahın bu saatlerinde etrafta hiç kimse olmazdı, yürüyüş yapan o adam dışında. Murat Bey’e başımla selam verip temiz havayı içime çektim ve posta kutuma yöneldim. Gazeteyi kol altıma sıkıştırdığımda gözüme bir broşür çarptı. Sergi davetiyesiydi. Saygın bir sanatçının sergi davetiyesi.
………………………………………………………..
Bir parça heyecan ve bir parça kıskançlıkla sergi alanına adım attım. Galeri duvarları arasında dolaşan insanlar, eserlere hayranlıkla bakıyordu. Aralarında fısıldaşıyorlar, büyük ihtimalle sanatçının çalışmalarını övüyorlardı. Derin bir nefes alıp ilk eserin önünde durdum.
Bir kadın vardı resimde, makyajı akmış bir kadın. Maskarası akmış, saçları kabarmıştı. Üzerindeki beyaz gelinlikte çamur lekeleri vardı. Harap olmuştu bu kadın, ancak kocaman gülümsüyordu. Ağlamıştı belki, ama gözlerinde bir ışık vardı. O an kendi sanatımın değerini sorguladım; sanatçının başarısı, başarısızlığımı yüzüme vurdu. Acaba eksik bir şey mi vardı eserlerimde? Ben duygularımı sanatıma yansıtamıyor muydum?
Gözyaşlarımı serbest bırakıp sergiyi terk ettim. Neden benim sanatım sevilmiyordu? Neden ben de insanları eserlerimle büyüleyemiyordum? Eve gelince eserlerimin önüne geçtim ve belki de eksik bir şeyler aradım. Parmak uçlarımı henüz kurumamış olan boyaların üzerinde gezdirdim. Resimlerim hep belli duyguların üzerine kuruluydu, her zaman tek bir duyguya odaklanırdım. Ancak insan tek bir duygudan ibaret değildi ki, insan hiçbir zaman tek bir duygu hissetmezdi. En mutlu anınızda bile içinizde küçücük de olsa bir kaygı olurdu. Korktuğunuz anda içinizde belki de bir umut yeşerirdi. İçimdeki daha kıskançlık, motivasyona dönüştü.
Atölyeme geçip fırçayı elime aldım, paletime rengârenk boya tüplerini sıkarak çalışmaya başladım.
Resmin temelinde açık bir yeşil tonunu kullanmaya karar verdim. Sakinliğimi, huzurumu temsil ediyordu.
Sonra, fırçanın ucuyla kırmızı rengi seçtim. Kırmızı, içimdeki korkuyu temsil ediyordu. Belki başarısız olma korkusuydu bu, belki de başka bir şey. Bu renk, sert ve belirgin çizgilerle tuvale döküldü.
Her bir fırça darbesiyle hikâyemi anlatmaya devam ettim. Hüznü, umudu ve kıskançlığı resmettim. Resmi tamamladığımda, içimdeki karmaşanın yerini bir tür huzur almıştı. Eserimin adını “Denge” koydum. Duygularımı en açık halleriyle yansıtmıştım, iyiyi de kötüyü de. Çünkü, Bob Ross’un dediği gibi, ışığa sahip olmak için karanlığa sahip olmalıydım.
Birkaç hafta sonra, insanlar evime uğrar olmuştu. Sabahın erken saatlerinde bahçeme eserlerimi yerleştirip beklemeye koyulurdum. İlk müşterim her zaman Murat Bey olurdu. Yürüyüşe çıkmadan önce mutlaka bana uğrar, çalışmalarımı büyük bir ilgiyle incelerdi. Her bir insanın eserlerimle etkileşime geçmesi beni onurlandırıyordu. Belki ben de günün birinde bir sergi açardım, kim bilir?