Kalabalık bir sokakta yürürken, sakin odamızda otururken, tabak şıngırtılarıyla dolu bir restoranda yemeğimizi
yerken veya kocaman bir sinema salonunda film izlerken yaptığımız her hareketin ve davranışın bir sebebi vardır. Ahlak, en basit anlamda temelini vicdan ve sağduyudan alır. Bu sebeple insanlık bütün siyaset anlayışını, verdiği hükümleri ve öne sürdüğü yasaları vicdanın rehberliğinde yapmalıdır, diye düşünebiliriz. Zaten Aristoteles’e göre doğru duygulara sahip olmak vicdanın ve nihai mutluluğun anahtarıdır.
Fakat, gelişmiş bir empati becerisi ve vicdanlı düşünebilme yeteneğine sahip olmak piyangoyla özdeşleştirilebilir. İyi bir geçmiş, aile, eğitim ve bazı tesadüfler kişilik hamurunun şekillenmesinde gözden kaçırılabilecek bir ayrıntı değildir. Şayet iyi ve vicdanlı olmak, etik ve ahlakın temeli ise ve bazı insanlar talihlerinin bu yönde yarattığı dezavantajdan dolayı bu erdemli duyguları paylaşamıyorlarsa yoksun oldukları bu davranış ve hislerden dolayı onlara anlayış göstermemek haksızlık olmaz mıydı? Peki ya anlayış gösterildiği takdirde birbirine karışmış iyi ve kötü, bahane ve nedenlerden kurtulup ahlak anlayışımıza yön vermede güvenilir bir referans olabilir miydi?
Bir koşullu buyruk, bize ‘eğer’le başlayıp sonunda emir veren şartlı ifadelerdir. Koşulsuz buyruklar ise sadece ne yapmamız gerektiğini söyleyen kalıplardır. ‘Eğer’le başlayan cümleler genelde iki durum çatışması içerdiğinden işin içine vicdan ve düşünce devreye girer. Bu sebeple bünyesinde istisna, itiraz ve bahaneleri barındırır. Aksine, koşulsuz buyrukların sınırları çizilidir, altında anlam aramaya mahal vermezler ancak yasallaştırıldığında toplumun genel yararını gözettiklerini, “Genel İrade” taraftarı olduklarını söyleyebiliriz.
Kant, davranışlarımızın “maksimlerden”, yani “sebep ilkeler”den kaynaklandığını savunmuştur. Buna karşın, maksimlerin sadece evrenselleştirilebilir olanlarına var olma hakkını tanıyordu. Bu, en basit anlamıyla, öznenin yerinde olan bütün insanların aynı sebep ve sonuç çizgisi üzerinde hareket etmesini emrediyordu. Kant’ın yarattığı bu önerme oldukça mantık dışı ve insafsızca gözükse de işin iç yüzü hiç de öyle değildir.
Herkes için aynı kılınabilecek maksimlerden oluşmuş kanunların dünyanın her yerinde geçerli kılındığını düşünelim. Yere çöp atacağınız zaman bunu “yerleri kirletmemek için” değil, “yasaya uymak ve görevinizi yerine getirmek için” yapardınız. Bu, eylemlerinizi vicdanınıza değil aklınıza dayandırmak olurdu. Vicdanınızın sağlamasını yapamazsınız ancak akıl süzgeciniz her an çalışmaya hazırdır.
Her olayın öznesi, yüklemi, zamanı ve mekânı farklıdır. Ancak eğer herkes şık bir bahanenin altına saklanıp yalan söyleseydi doğruluğu kim yüceltebilirdi ki? Evrenselleştirilemez maksimleri öne sürerek tutulmayan her söz, “söz verme”nin anlamını kaybetmesine yol açmaz mıydı?
Vicdan ve kalp, iyi bir ikili oldukları kadar iki “iyi” yol göstericidir fakat “doğru” ölçütler değillerdir. Dünyayı etrafına inşa edebileceğimiz temeller akıl ve sağduyunun yokluğunda anlamını kaybeder, her davada yeni kanun ve yeni mahkeme gerektirirler. Buna karşın Kant, ahlakı her insan için bir zorunluluk haline getirir.
İnanıyorum ki her insanın farklı bir düşünce yapısına sahip olması kadar doğal bir şey yoktur. Lakin maksimler ve “pembe gözlükler” felsefi konferansların konusu olmalıdır, hukukun dayanağı değil.