Zaman… Kimisi için insan hayatının iyisiyle,kötüsüyle devam ettirdiği bir birim ,kimisi için acımasız bir düşman kimisi içinse içinde pişmanlık barındıran tecrübe topluluğudur. Peki ya neden bu zamana kadar ‘zaman’ bize kötü bir kavramışçasına adepte edildi? Neden zaman bizim korkacağımız veya her şeyi kendi halleden bir kavram? Neden sıklıkla duyduğumuz cümlelerin başında zaman akıp gidiyor sen bugünleri özlersin geliyor? Bence bu bizim kendi kendimize yaşattığımız bir önyargı. Ben bu düşüncemi bir örnekle destekleyerek satırlarıma devam etmek istiyorum. Bana göre insan aklı ‘o daha çocuk aklı ermez’ denilmeye başlandığı zaman fikirlerini üretmeye ve çevresini sorgulamaya başlar. Bu süreçte ön yargılar,çevresel faktörler ve en önemlisi hayatımızın şekillenmesinde büyük bir rol oynayan kültür bazı şeyleri engeller. Ne gibi mi? Mesela bir çocuk belirli kurallar çerçevesinde büyür,yaş aldıkça tecrübe edinir ve yavaş yavaş hayatını kendi şekillendirmeye başlar. Bir yaşına yaklaşan bir çocuğun yürümesine yardım ederiz ama o bunu öğrenirken biz ona düşmeyi göstermeyiz. Örneğin ilk düşüşünde hemen yanına koşar onu kaldırır ve hadi gel ağlama artık denir. Oysaki canı acıyan bir insan ağlar, o çocuk ağlamanın yanlış bir şey olduğunu düşünecek böylece başlayacak duygusuz sandığımız insanların evrimi ve böyle de kalacak.
Yaşadığımız topluma göre canı acıdığındaca gülen acımasız ağlayansa acizdir çünkü insanların duyguları yoktur(!) Yirmi yıl önceden bahsetmek istiyorum mesela, her insan keşkelerle yaşar ama hatalar ve keşkeler insanı güçlendirir ta ki ikinci kez aynı keşkeyi tekrarlamayana kadar. Bizlerden büyük insanlarla diyaloğa girdiğimiz zaman insanlar genellikle ben bunu yaptım ama sen sakın yapma diyerek noktalar cümlelerini. Bembeyaz bir kağıdımız olduğunu hayal edelim ve her sakın’ın siyah küçük noktalar olarak kağıdı çerçeveleyip sınırlar oluşturacağını düşünelim. Her bir siyah nokta bir diğerinin yanına gelince sınırlarını genişletmiş olur. Ben bunlara dalmışken düşüncelerim sanki bulutlara dönüşmüş ben de her birini ziyaret ediyormuşçasına ondan ona geçiyorken birazcık daha geriye gitmeye karar verdim ve elimdeki sıcacık kahveden yayılan enfes kokusu ve yağmur damlalarının camımda oluşturduğu melodi ile kendimi bir zaman makinesindeymişim gibi hissettim. O an anladım ki fark zamanda değilde düşüncelerindeydi insanın. İnsan kendini geliştirdiği sürece alçaltmayı da başarabilirdi tıpkı her iyinin bir kötüsü olduğu gibi. Dünyaya genel olarak baktığımızda hayat birbirine karşıt iki noktanın ortayı bulmak için verdiği savaş olarak özetlenebilir diye düşünüyorum. Yirmi yıl veya biraz daha önceye gidersek bilgisayarlar gelişmiş donanımlara sahip olmamalarına rağmen koca bir odayı kaplıyordu şimdi ise cebimizde gezdirdiğimiz küçük aygıtlara dönüştüler bence bu teknolojik gelişim insanlığın zamanla olan kapışmasının örneği. Yirmibirinci yüzyılda yaşadığımızı düşünce yirmi yıl çok uzun bir zaman dilimi olmayabilir. İnsanların bu süreçteki kişisel düşünce ve gelişimlerindeki farklılıkları ele aldığımızda yirmi yıl kimisi için ömrünün en berbat dönemi kimisi içinse paha biçilemez seneler olabilir. Ben bu satırları yazarken listemize bir zıtlık daha eklemiş bulundum. Bana sorarsanız kararsızdır insanlar.Çok düşünürler ama çok düşünmek bir ihtimali kestirmek değildir. Son cümlemden yola çıkarak çevremdeki insanlara bir soru yönelttim: Doğru var mıdır? kimisi tabii ki gibi kendinden emin cevaplar verirken kimisiyse bu konular beni alakadar etmiyor diyerek yaşadığımız dünyadaki insanların kendilerini sürükledikleri boşluğu simgeledi. Eğer bana soracak olursanız, ben doğrulara inanmam herkesin farklı bir zihni vardır ve farklı zihinler farklı fikirler demektir. Nazım’dan bahsetmek istiyorum. Kuşlar onun gökyüzünde uçmuyorken Nazım Piraye’ye olan aşkını kol saatinin kayışına tırnaklarıyla kazıyan dev bir sevginin sadece zamanla anlamsızlaşmasını anlattı bizlere ama yıllar önde hapishaneden yazdığı mektubunda bir başka aşk anlayışını da şöyle anlatacaktı Nazım Hikmet: “…… Mesela ben 45 yaşımı bitirdim. Ama her gün biraz daha aşık oluyorum. Karımdan, sanattan, tabiattan, insanlardan, idealizmden tut da kanaryama kadar her şeye dolu dizgin aşık oluyorum. Ve çok şükür aşığım. Bu aşk mistik manada felan değil. Platonik aşk değil. Her birine ayrı ayrı pratik tezahirleriyle faal bir aşk… Bana öyle geliyor ki, bir tek insana, yüz milyonlarla insana, her tek ağaca, bütün ormana, tek bir düşünceye, fikre, birçok düşünceye ve fikre aşık olmadan yaşamak, yaşamak değildir.” Nazım için bir demet mor menekşeydi Piraye ama n’oldu da bitti bu büyük aşk yoksa Piraye’ye olan dizilerinde bahsettiği gibi ‘Fakat neylersin yaz böyle gelmiyor,yaz böyle gelmedi.’ Bu kadar kısa mı sürüyordu mor sümbüllerin olduğu güneşli günler? Nazım da bir insandı işte zaman fark etmeksizin tüm hücrelerimizde aşkı hissederken tüm benliğiyle ortaya koyulan ve bendimizi aşan yeni duygular gibi. Yirmi yıl önce de, yirmi yıl sonra da kimseye herkesten ve her şeyden çok değer vermeyin. Sabahattin Ali’nin benim meskenim dağlardır derken ki özgürlüğünü ve mutluluğunu tüm benliğimizle hissetmek için.
Zamanda ki yolculuğumuzu burada sonlandırıp son olarak biraz da yakın gelecekten bahsetmek istiyorum. İnsanlar varoluşlarından bu yana yeni keşifler peşinde tıpkı gece ve gündüzü gözlemlediklerinde kendilerinin aynı şeyi yapamadığını fark edip onlardan üstün bir varoluşuna inanmaları gibi. Gün geçtikçe dünya kendisini iyi ya da kötü bir şekilde geliştiriyor. Dünyanın büyümek adına attığımı her küçük adım bizim için büyük bir problem belki de, tıpkı her farkındalığın yeni bir değişime ve farklı inanışlara yol açması gibi. Bu yazımıda düşüncelerimi küçük bir genelleme yaparak yazdığım birkaç cümleyle özetlemek istiyorum. Tıpkı yirmi yıl sonra ilerlemiş bir dünyada yeni ortaya çıkmış problemleri çözmeye çalışırken benim bu yazımı tekrardan tartışacağımız gibi.
Her keşkenin gökkuşağına eklenip hayatımızı renklendirmesi dileğiyle…