Tipik pazar günlerini bilirsiniz. Öğlene kadar uyumalar, bütün haftanın yorgunluğunu atma isteği, ailece evde geçirilen saatler, geç kalkmayla beraber oluşan saat kavramı karışıklığı ve daha niceleri… İşte benim pazar günüm bunlardan birine hiç benzemedi.
Bam! Bam! Bam! Bam! Bam! Bam!
Ah, lanet olsun yine mi alarmımı kapatmayı unutmuşum diye kendime söylenerek gözlerimi açmadan yatakta telefonumu aramaya çalıştım. Yatağımda olmadığımı fark etmem çok zamanımı almadı. Bir hışımla gözlerimi açtım ama hiçbir şey göremedim, her yer karanlıktı. Neden göremiyordum, sesler nereden geliyordu ve ben neredeydim?
Yardım edin diye bağırmaya başladım. Bir kaç dakika sonra yüzümde eller hissettim. Ah, canım senin göz bandını çıkarmayı unutmuşuz, çok özür dilerim, dedi çok tanıdık gelen bir ses. Gözümdeki karanlık gitti ve yerini gözlerimi kör edecek derecede parlak olan bir ışık aldı. Gözlerimin ışığa alışması biraz sürdü fakat sonunda etrafımdaki yeşillikleri ve mavilikleri bulanık da olsa görmeye başladım. Sonra bir silüet gördüm, elini gözümün önünde şaklatıyordu. Bir anda her yer yemyeşil oldu ve ormanda olduğumu fark ettim ayrıca artık silüetin yüz hatlarını da görebiliyordum. Bu benim sürekli rüyalarımda gördüğüm adamdı. Çığlık attım, o gerçek olamazdı. Sen gerçek olamazsın diye bağırdım ve ondan kaçmaya çalıştım fakat o ana kadar ayaklarımın bağlı olduğunu fark etmemiştim. Yanıma yaklaştı ve sakin olmamı söyledi. Bana söz vermeni istiyorum, ayağının bağını açtığımda kaçmayacaksın, dedi. Kafamı salladım kaçacağımı adım gibi bile bile. Kafamı salladığımda başka bir yerdeydim.
Şimdi de her yer pespembeydi. Etrafta pamuk şekerden ağaçlar vardı ayrıca ayağımdaki bağ da gitmişti. Ayağa kalktım ve nerede olduğumu idrak etmeye çalıştım. Burası daha önce gördüğüm hiçbir yere benzemiyordu, bu gerçek olamazdı. Her yerde çiçekler, gün doğumunun oluşturduğu kırmızı pembe bulutlar ve etraftaki sayısız hayvanlar. Az ötemdeki aslanı görünce buranın güzelliğiyle ilgili hislerim yok oldu ve yerini korku aldı. Aslan çok değişikti, bu aslanın gövdesi sarımtırak olmak yerine kırmızımsı bir renkti. Üstüme doğru gelmeye başladı adeta saldıracak gibi. Ondan adım adım uzaklaşmaya başladım, o üstüme daha hızlı gelmeye başlayınca ben de koştum. Koşmaya başladığımda yine ormana döndüğümü fark ettim. Arkama dönüp aslanı görmeyi beklerken arkamda sadece sıra sıra dizilmiş ağaçları gördüm. Artık kaçacak bir şey kalmamıştı ama ben koşmaya devam etim.
Koşuyordum, bir şeyden kaçarcasına kendimi parçalayarak koşuyordum, içimdeki garip hislerden kurtulmak için koşuyordum, ayağım bir dala takıldı, yere yuvarlandım, ayağımın acısından kurtulamıyordum, ayağa da kalkamıyordum. Beni yakalayacaklardı, onlardan- duygularımdan, hislerimden, kendimden- kaçmam lazımdı. Başıma neler geldiğini idrak edemiyordum. Birden her şey üstüme gelmeye başladı. Biri beni çok kuvvetli bir şekilde sarsıyordu.
“Duru! Hadi kızım uyan artık saat ikiye geliyor. Duru! Hadi kalk artık!” dedi annem varsaydığım kişi. Gözlerimi bir anda açtım ve annemi karşımda görünce çok şaşırdım. Her yerim terden sırılsıklam olmuş, ayağımsa nedensiz bir şekilde morarmıştı. Ayağımı duvara çarptım herhalde düşüncesiyle. Rahatlamaya ve hepsinin sadece bir rüya olduğuna kendimi inandırmaya çalıştım.