Özgürlük kendi inanışlarını başkasına verdiğimde mahkumiyete dönüşürdü ve gerçek ölüm o zaman gerçekleşirdi çünkü insan ellerinde kelepçelerle hayatını sürdürebilirdi fakat ruhu, inanışları tutsak edilmiş bir adamın yaşamak için hiçbir sebebi yoktur.
Ben, sevgili müvekkilim bugün bu duygunun içinde barınan o iki insandık. Tüm dünyanın, tüm normallerin, tüm susturulmuş o düşüncelerin, fikirlerin aksine bağıra bağıra şarkılar söyleyen, insanlar tarafından deli diye anılan o iki direnişçiydik.
Yıl 2030, 17.43, İstanbul.
Bugün 27 Mayıs akşamı düğün salonumun ortasında hapisaneden az evvel kaçırdığım müvekkilimle dikiliyorduk. Bombalar patlamış, başkan ölmüş, susturulalar ayaklanmış ve halk ses çıkarmaya başlamıştı, tabi dolaylı olarak. Bu bizim direnişimizdi; halkı, tüm toplumu korkuyla sindirmeye çalışan “BA”ya karşı bir ayaklanıştı. Yıl 2030; halkın müzik dinlemesi, sanatla ilgilenmesi, spor müsabakaları düzenlenmesi, kadının iş firmalarında etkin rol oynaması kesinlikle yasak olan ; hukuki süreçle ilgilenen erkeklerin (savcı, hakim, avukat…), tek tipliliği destekleyenlerin, sosyokültürel ayrımı arttıran destekçilerin üstün sayıldığı bir dönem.
Ülke direnişçiler ve destekçiler olarak ikiye ayrılmış, ve bugün direnişçiler destekçilere o en güçlü darbesini vurmuştu. Başkan ölmüştü, bu savaş burada, bugün, bir avukat ve bir müvekkilin ardında kalan tüm direnişçiler sayesinde kazanılmıştı.
Bir silah sesi duyuldu ardından çığlıklar artmaya başladığında insanlar kaçışmaya başladı; insanların kaçıştığı kapının orayı ise direnişçiler tamamen kapattı ve silahlarıyla engellediler. Bir anda gazetecilerin olduğu alanda daha büyük bir arbede çıktığında ve salondaki çığlıkların yanında camların patlaması sesi duyulduğunda gözlerim irice açıldı ve etrafıma baktım.
İşte başlıyoruz.
Bu benim nişan törenimdi.
Gökyüzünde havai fişekler vardı, bir aydınlanıp bir parlıyorlardı, ileride yüksek sesler geliyordu, kalabalık ortalıktaydı.
Bu benim nişan törenimdi.
Nişanın olduğu yerde büyük bir yangın vardı, havai fişekler patlayıcılardan ortaya çıkıyordu, yüksek sesler insanların çığlıklarıydı, herkes ateşten kaçıyordu. Kocaman bir pankartı tam ortadaydı. Bu benim nişan törenimdi, elimde bir şarap bardağıyla o yangını gülümseyerek izliyordum ve farkındaydım; hikaye asıl şimdi başlıyordu.
Gözlerim elimde duran not kağıdına kaydı, bütün o çırpınışların ortasında hareketsiz bir şekilde dururken sakince dörde katlanan kağıdı açtım ve ilk kez onun el yazısıyla kısa, öz mesajıyla yüzleştim:
Sevgili avukatıma,
Umarım bu çiçekler sen bana gelmeden sana ulaşır çünkü beyaz lavantalar bugün ikimizi simgeliyor. Bir dilek gerçekleşti ya da gerçekleşecek, toprakta bir lavanta filizlenecek, o lavantanın rengi özgürlük kokacak. Savaşılmış her saniyesi için can verilmiş buram buram özgürlük kokacak lavantaların beyazı. Eğer güneş gökyüzünde yerini aldıysa bütün imkansızlıklar imkan dahilinde olsun mu?. Özgürlüğüme değil, özgürlüğüne de değil. Özgürlüğümüze..
Bu bir sondu. Yıl 2030, halk hükümeti yendi.