Ayaklarımdaki benim değilmiş gibi hissettiren topuklu ayakkabılarım büyük ve gösterişli balo salonun mermer zemininde yankılanırken kulağımdan sarkan inci küpelerim birbirine çarparak melodik bir ses çıkarıyordu. Gözlerimden akan rimelime aldırmadan ağlıyor, elimin tersiyle berbat makyajımı silmeye çalışıyordum. Makyaj sadece hassas yaraları diğer insanlardan gizleme yolu ve aynadaki insanla problemleri olan insanların yaptığı bir şeydi benim için. Ta ki bugüne kadar.
Büyük ihtimalle aklımdan geçenleri yoldan geçen herhangi bir insana anlatsam özellikle de şu anki artık darmadağın olmuş topuzumla, akmış ve yüzümde siyah kan gibi görünen makyajımla delirmiş olduğumu düşünürdü. Beni “Ölü Gelin” filmindeki geline bile benzetirdi belki de. En azından o; filmin sonunda mutluydu, ben de olacaktım.
Daha birkaç dakika öncesinde duvarlarında Rönesans tablolarının asaletle durduğu, ülkeden ve dünyadan varlıklı insanların toplanıp yapmacık gülüşmeleri ve sözde yüksek seviyeli sohbetleri yankılanan bu koskoca salon şu an cenaze töreni gibi sessizdi. Tablolar artık gösterişli değildi. Üzerlerindeki kırmızı lekeler onları hüzünlü bir hale getirmişti. Aslında cenaze töreni sözümü geri almam gerekti çünkü salon en az bir mezarlık kadar sessiz, sahipsiz ama özgürdü. Gerçi artık bir sahibi vardı bu salonun, hatta bu sarayın. Pahalı elbisemin kırmızı lekelerle arınmasına aldırmadan yerde yatan bendim her şeyin sahibi. Rüyalarda bile göremeyeceğim gösterişteki bu sarayda benim dışımda tek bir canlı kalmamıştı. Ne var ki, bu efendiliğim ne kadar sürer bilmiyordum.
Yerde tahminimce benliğimi tamamıyla sorgulayıp sonuca varamayıncaya kadar uzanmışken aklıma sarayı dolaşma fikri geldi. Bu sarayı adım gibi biliyordum gerçi. Hatta adımı bildiğimden daha iyi biliyordum. Her akşam onu ve güzel yüzünü izlemek için cama tırmanır saatlerimi orda geçirirdim. İlk başlarda güvenlikler beni çok kez böcek gibi görerek iğrenmiş ve camdan düşürmüşlerdi. Sonralardan varlığıma alışmış ve beni aşktan kafası uçmuş zararsız bir kadın olarak görmeye başlamışlardı. Şu an içinde bulunduğum manzaraya bakacak olursak o zararsız kadının neler yaptığı komik bir şekilde ironik geldi bana. Dakikalarca kendi kendime kahkaha atmama sebep oldu bu. Tiz sesim yankılanıp bana dönerken başka bir ses duydum. Hayatımda en nefret ettiğim ve tiksindiğim bir canlının sesi: insan.
Kan beynime hücum ederken topuklu ayakkabılarımı ayağımdan çekip çıkardım. Elime aldım ve sakinliğimi korumaya çalışarak koşmaya başladım. Sakince koşmak… Ben hiç sakince koşmamıştım ki. Ya birilerinden kaçıyordum ya da birileri benden kaçıyordu. Aklım başımdan gitmişti, çığlık atmak istiyor ama önce saklanmam gerektiğini biliyordum. Alışık olduğum bir sesle rahatladım en azından. Polis arabalarının sirenleri beynimi vurulmuşa döndürürken hayatım boyunca hep bu sesin beni arayıp asla bulamadığını düşününce derin bir nefes verdim.
En üst kata çıktığımı bile fark etmemiştim. Aralık bir kapı bulup karanlığa kendimi bıraktım. Camdan dışarıya başımı dikkatle çıkarıp etrafı kontrol ettim. Sarayın neresinde olduğumu ve bazen gizlice girip çıktığım kapıya ne kadar uzaklıkta olduğumu hesaplamaya çalıştım. Öncelikle atlayıp koşabileceğim yükseklikte değildim. Tutunarak aşağı inebileceğim bir şey de yoktu. Gizli kapınınsa tam zıt yönündeydim. Bu kattan aşağıya indiğim an muhtemelen beni arayan ya da sadece alt kattaki bu dünyanın zulmünden kurtardıklarıma bakmaya gelen insanlarla burun buruna gelirdim. Ama bugün yakalanamazdım.
Son çare elimi elbisemin altına giydiğim pantolonun cebine attım. Cebimde “Hemen beni ara!” yazan bir kâğıt parçası buldum. Bunu oraya ben koymuştum ama filmlerde kahramanlara iyilik yapan bir melek koymuş gibi yabancı gelmişti. Bu kâğıtta son umudum yazıyordu. Buruşan kâğıtta son rakamı silinmiş bir de numara yazıyordu. Ki bu asıl önemli olandı. Son rakamın kırmızının gökkuşağındaki sırası olduğunu biliyordum. Kullan-at telefonumu çıkardım ve numarayı tuşladım. Tekte açıldı. Koordinatlarımı belirttim ve iki dakika sonra sihrimi yapmıştım bile. En azından yapmama saniyeler kalmıştı ki yere hızla düşmemle acı bir çığlık patlatıncaya kadar.
Ortağım, psikiyatrist olmasına rağmen benim gibi insanların doğru tarafta olduğunu anlayınca akıl hastanesindeki birkaç insanı bu dünyadan kurtarıp bizden olmuş ama yakalanıp hapse girmiş Juan, bana her şey bitti dercesine baktı. O an acı bir şeyin kalbime saplandığını hissettim. Vücuduma bakmaya korkarken tek düşündüğüm oydu. Her şey onun içindi. Hayatımda ilk defa bir insan için onu kırmızılar içinde hayal etmekten başka hayaller kurmuştum.
Bu akşam baloda onu soylu ve güzel bir kadın olan Eleanor’la görene kadar her şey yolundaydı. Ona bu gece açılacak ve kaçıracaktım. Ama onu başka bir insanla görmek daha önce hissetmediğim bir duygu hissettirdi. Bu duygu öylesine kuvvetliydi ki tek odaklanabildiğim Eleanor’u kan kırmızı elbisesinin rengine boyamaktı. Gerçi onun yanında diğer insanları da boyamak planım dahilimde değildi ama özgürlüğe giden yol kırmızıdan geçer sonuçta. Ayrıca, bir kere kırmızı renkle kutsanmış kanı görünce daha fazla görmek istersiniz. Gözlerine baktıkça delirmek istediğim adam bile kırmızıydı artık.
Sanırım ben de kırmızıydım. Anlaşılan beni bulmuşlardı, kaçışım yoktu artık. Ağlamak gibi aciz bir şeyi ilk defa bugün yapmıştım ve şu an göz yaşlarımdan biri kılıcın geçtiği yaranın üzerine düşerken gökyüzüne bakıp en azından onunla orada kavuşacağım için histerik ve acı dolu bir gülüş bıraktım bu dünyaya.