Ankara’ ya hiç de uzak sayılmayacak bir yer burası. Hem de Sorgun Göleti’nin dibinde. Şu mevsimin güzelliğine bak! Ağaçlar yeni yeni çiçekleniyor, kuşların dişilerine yaptığı kurun sesleri; her şey birbirinden fazla neşe veriyor insana, tabi rüzgarın saçlarımız şefkatlice saçlarımızı okşaması da cabası.
Geldiğimiz yer tarif edilemeyecek kadar güzeldi mevsimin bahar olması bizi daha da neşelendirmişti. Çadırlarımızı kurduk içine uyku tulumlarını yerleştirdik, hatta içerde rahat edelim diye yastık bile getirmiştik. Sandalyelerimizi kuracağımız ateşin çevresini saracak şekilde çadırlarımızın önüne yerleştirdik. Yani kısaca hiç bir etken keyfimizi kaçıramazdı. Yani biz en azından öyle sanıyorduk. Sabaha kadar yetecek odun yoktu. Bu gölete gelirken yol üzerinde topladığımız kozalak ve odunlar yetmeyecek gibiydi. Gruptan birinin gidip bu görevi yapması gerekiyordu. Ama saat kaç oldu bu karanlıkta nereye gideceğiz. Off! Yine bize düştü bu görev.
Aldım elime bir torba kafaya da bir lamba taktım başladım çadırların arkasında kalan tepeciğe yürümeye. Ateş nerdeyse sönecekti. Arkadaşlar! Telefonlarınızın ışığını açın ateş sönecek gibi. Ben gelene kadar sakın bir şey yapmayın. Hiç de güvenmiyorum size ama neyse, başka çare yok. Yerdeki bitkilerin dikenleri ayağımı çok acıtıyordu. Şu sinekler var hele, kulağımda bir yarış motorunun pistte çıkardığı gibi ses yapıyor bazıları kulağımı bile huylandırıyordu. Bir yandan yürüyor bir yandan da kurumuş yerde birikmiş ağaçtan düşen kozalak ve çalı parçalarını topluyordum. Torbaya bir kaç taş ta kaçmış herhalde. Ne kadar da ağır? Daha da ağır taşıyamayacağım herhalde. Saat çok geç oldu. Bir dakika. Olamaz! Nasıl pili biter şu lanet lambanın.
Ben nasıl önümü göreceğim. Keşke telefonumu kampta bırakmasaydım. Ateş sönmüş galiba, hiç bir ışık görülmüyor. Çok susamıştım. Ateşte hemen söndüğü için hiç yemek yiyememiştim. Bir meyve ağacı falan bulmam gerekiyordu. İyi de bu karanlıkta ağacı bırak bu mevsimde olmamış meyveleri yemek için ağızımı bile bulamazdım. Biraz daha bilmediğim bir yöne doğru ilerledim. Gittiğim yerde ayağım balçık gibi bir sıvıya takıldı. Ve küçükte olsa bir su birikintisi bulmuştum. Toprak ıslaktı, sanırsam öğlen yağan yağmurdan biriken bir suydu bu. Çok ta kirli değildir. Mecburiyetten içtim. Ne kadar da kötü olsa mecburen içtim. Aklıma bir şey gelmişti. Yabani hayvan bu ormanda çoktu ama eğer güzel, sönmesi zor olan bir ateş yakarsam sabaha kadar ısınabilir ve hayvanlardan korunabilirdim de. Neyse ki çakmak bendeydi. Suya gece hayvan gelebilir diye biraz uzaklaştım ve topladığım bütün çuvalı döktüm. Etrafını taşla sardım. Artık hiç bir ağaca sıçramayacak güvenli ve güçlü bir ateş yakabilirdim. Küçücük bir kağıt barçasını tutuşturdum. Çok geçmeden bütün çalılar tutuştu. Artık kendimi çok güvenli hissediyorum. Çok da rahat olmasa enerjim azıcık daha artsın diye dinlenmek için bir uyku çekebilirdim.
N’oluyor ya. Bu sesler de ney. Fırtına çıktı herhalde niye bu kadar savruluyorum. Bir dakika. Bişey dönüyor kafamın üstünde. Bir dakika bu bir helikopter. İşte kurtuldum. Canım arkadaşlarım beni kurtardı. Gerçekten de öyleydi. Arkadaşlarım beni kurtarmıştı. Bu ıssız yer de daha kalacağımı sanıyordum. Yaktığım ateş beni bulmalarına yardımcı olmuş. O an ki mutluluğumu hiç bir kelime ile anlatamazdım. Arkadaşlarım da olmasa ne yapacaktım ben?