Sıcak bir haziran akşamı yine ufka bakıyordum. Sigaramın ucundan sonsuzluğa uzanan dumanın nereye sürüklendiğini düşündükçe kendimi nereye sürükledim de buralara geldiğimi sorguladım. Orhan’ın içeriden gelen kısık ama kesin bağırışı beni kendimden ve ağzımdan sarkan ölüm çubuğundan sıyırdı.
“Ne oldu evladım? Sorun nedir?” dedim kafamı yavaşça tüllerden sıyırırken. Etrafıma şöyle bir bakındığımda Orhan’ın meşgul olduğunu gördüm. Sayılamayacak kadar çekmece ağzına kadar açılmış, içi dökülmüş, ortalık bir kasırga vurmasından nasıl oluyorsa daha dağınık duruyordu. Açılmamış tek çekmecenin anahtarı da pantolonumun cebinden sarkıyordu. Sorumun cevabını almama gerek yoktu. “Sakın ona dokunma.” dedim ve girmemdeki aynı ağırlığımla dışarı çıktım.
Aynı ufukla yine karşı karşıyaydık. Zira bu kez sigaramı paketinde tutmak istedim. Kafamı ciğerlerimden daha temiz tutmam gerektiğine öğütlenmiştim bir kere babam tarafından. Sallanan sandalyeye dönüp baktım. Önüme serilen fakat bu kez daha koyu bir renge bulanmış olan ufuğa baktım. Yavaşça kendimi sandalyeye bıraktım.
Sert ve tok bir ses uyandırdı beni. Komşumuz Jilet Ahmet’miş. Uyuyakalmış Ahmet’in geleceğini de unutmuşum. Sevgili arkadaşımı uyuyarak karşıladığımdan ondan af diledim ve büyük ihtimalle Orhan’ın üstüme attığı battaniyeyi kaldırıp ona seslendim. “Orhan, evladım bize çay koyar mısın soğumadıysa?” diye bağırıverdim. Ahmet ile geçmişimiz uzun yıllar öncesine ki ilkokul yıllarımıza kadar gider. Artık alışkanlık olmuştur, birbirimize merhaba veya görüşürüz demeyiz. Hiç konuşmayı veya sohbeti bitiren veya başlatan bu kalıplara başvurmadık. İhtiyacımız yoktu çünkü. Bu adam benim hayatıma bir kere girmişti ve giriş de o girişti. Eninde sonunda birbirimizi illaki göreceğimizi bildiğimiz için başvurmayı aklımızdan bile geçirmiyoruz.
Orhan’ın çayları getirmesiyle konuşmanın açılması beraberinde gerçekleşti. Jilet yine formundaydı tabii. Neler yaptığında bahsedip duruyordu. İki ay görmemiştim adamı. Bali’ye gitmişti. “Niye gittin? Ne geçti eline?” diye çıkışarak sordum ona. İkimiz de gitgide daha da yükselen kahkahalarla kırılmaya başladık. “Senin o yaşlı bunak suratından uzaklaşmaya yer arıyordum ve ne geçti elime biliyor musun? Huzur be adam huzur!” diyiverdi arada tıslayarak. Konuşma böyle cılız kemiklerime işlerken verdiği tatminliğiyle birlikte giderken bir anda karardı her taraf.
Kalktığımda Ahmet hala vurmuş kafayı yatıyordu. Yerimden uykunun verdiği mayhoşlukla kalktım. İçeriye doğru adım attım. Sabah olmuştu bile, odanın içi ise kristal kadar berrak ve parlak gözüküyordu. Orhan yaptığı dağınıklığı toplamıştı. “Sorumlu çocuk, yıllar onu zorlasa da iyi düzeldi de adam oldu.” diye geçirdim içimden. Sonra gözüm koca odada küçücük bir çekmeceye takıldı. Cebimi yokladım ve ne diyebilirim ki? Bu namussuz, aşağılık, ikiyüzlü velet yapacağını yine yapmıştı. Küplere bindim. Sinirle yazlığın üst katına çıktım. Orhan odasına düşmanımın evine giriyormuşçasına güdümlü bir giriş yaptım.
Ağlamıştı. Gözlerinden belliydi. Yanakları hala ıslak, beti benzi atmış, solmuştu resmen çocuk. Peki neden ağlamıştı? Neden?..