Bütün canlıların ortak özelliklerinden birisi üreyebilmektir. Fakat, insan haricindeki canlı topluluklarının artışı ekosistemler tarafından kontrol edilmektedir. İnsan, zekası ve teknolojisi sayesinde böyle bir kontrolün dışında kalmayı başarmıştır. İnsan, canlıların en az üreyenlerinden birisi olmasına rağmen, dünya nüfus artışı ve azalışı günümüzün önemli sorunlarından biridir.
Dünyanın nüfuslanma süreci, insanın yerleşik hayata geçtiği Neolitik Dönemle başlar. Daha sonraki dönemlerde insanın meydana getirdiği teknolojik gelişmeler sayesinde hem insanın ortalama ömrü uzamış, hem de nüfus artışı hızlanmıştır. Bu artışları veya azalışları ise ölümler, doğumlar, göçler, gibi etkenler etkiliyordu. Ayrıca Paleolitik ve Neolitik çağda doğurganlık en yüksek düzeyde idi. Ölümlülük de hemen hemen aynı düzeyde olduğu için nüfus artmıyordu. Ölümlerin yüksek oluşunun nedenleri de kıtlıklar, salgın hastalıklar ve şiddet olayları idi. On sekizinci yüzyılda batı ülkeleri endüstri çağına girdi. Bu çağın nüfus bakımından özellikleri kıtlıkların kontrolü, beslenmenin düzelmesi, salgın hastalıkların önlenmesi, tıbbın gelişmesi ve üretim için insan gücünün yerini büyük ölçüde diğer enerji kaynaklarının almasıdır. Bu durumlar sonucunda da artık nüfus azalışları değil de nüfus artışları ortaya çıkmaya başlamıştır.
Geçmiş zamanda yaşanan veya hala daha dünyanın bazı yerlerinde görülmekte olan nüfus azalış durumları yoksul ve kendini kalkındıramayan ülkeler için refah durumu açısında iyi bir etki gösterebilir. Çünkü doğum oranlarının düşmesi aslında ekonomik gelişmişlikle yakından ilgili. Yoksul ülkelerde kadınların eğitim ve iş hayatına daha çok katılımı, daha iyi iş imkanları bulmaları ve doğum kontrolüne erişimin artması, daha az doğum, daha az çocuk ölümü demektir. Dolayısıyla düşük gelirli ülkeler için doğum oranları yaşam standartlarının yükselmesi anlamına gelebilir. Başka bir örnek ise insanların emekli olmak için daha uzun süreler çalışması gerekebilir. Nüfusun yaşlanmasıyla ilgili en büyük kaygılardan biri, bu insanların yaşlandıklarında hasta ve sağlıksız olacağı öngörüsüne dayanıyor. Ama tıpta ve bilimde sağlanan ilerlemeler ile insanların yaşam beklentisi yani ömrü giderek uzarken genel olarak “sağlıklı ömür beklentisi” de uzuyor. Bu sayede de daha çok insan çalışmış olup refah düzeyini arttırmış olur.
Peki bu durum olanakları iyi ve refah seviyesi yüksek olan bir ülkede ne gibi etkiler gösterebilir? Genel olarak baktığımızda refah seviyesi yüksek olan ülke demek gelişmiş ülke demektir. Gelişmiş ülke demek ise nüfus sayısının çok olması demektir. Bu durumda daha fazla ihtiyaçlar ortaya çıkacağı için üretim artar. Üretim artması ise ihracat oranı arttırır. Bu da ülkeye bir gelir kaynağı olur. Aynı zamanda yeni endüstri dalları da ortaya çıkar. Fakat insan sayısı çoğaldığı için vergi gelirleri artar. Mal ve hizmetlere talep artacağı için bunlar da refah seviyesini düşürebilir. Amerika Birleşik Devletler Başkanına Küresel 2000 Raporu isimli raporda diğer bir neo-Malthusçu grup nüfus ve kişi başına düşen tüketimin artmasının 2000’li yıllarda ciddi kaynak kıtlığına yol açacağını savunmuştur.
Sonuç olarak nüfus fazlalığı veya azlılığı bize iyi ve kötü olmak üzere bazı refah getirileri sunmaktadır. Geri kalmış veya az gelişmiş ülkeler ya nüfus artış hızını yavaşlatmalılar ya da ekonomik kalkınmalarını veya ülkelerinin kaynaklarını en iyi şekilde değerlendirme çalışmalarını hızlandırmalıdırlar. Her ikisini de yapabilmek en ideal çözümdür, fakat bize göre birinci seçenek daha kolaydır. Gelişmiş ülkeler de az gelişmiş ülkelere yardımcı olmalıdır. Çünkü, rakamların gösterdiği bu dengesizliği, dünya çapında büyük patlamalara meydan vermeden ciddi tedbirlerle gidermek gerekmektedir.