Ölüm Noktası

Eskimiş koltuğunda otururken acınası hayatına lanet okuyordu. Yan odada hasta annesi, ince duvarların diğer tarafında ise arkadaşları yaşıyordu. Her gece oturur saatlerce sohbet ederlerdi fakat bugün herkesin bir programı vardı. Yalnız başına oturmak hiçte eğlenceli değildi. O sırada gürültülü bir şekilde gecekondunun eski püskü kapısı çaldı. Sıkılarak kapıyı açarken yerde bir zarf olduğunu gördü kız. Üzerinde altın ve süslü harflerle adı yazılıydı. Merakla kırmızı zarfı yerden alarak içini açtı. “Her şeyi bir kenara fırlat ve bu hayattan kurtul, sadece tek yapman gereken **** sokağına öğle vakti gelmek.” kız şaşkınlığını ve gerginliğini engelleyemedi. Kapıyı kapatıp düşünceli bir şekilde koltuğuna geri döndü. Kırmızı zarfı sehpanın üzerine bırakmıştı.

Sabah uyandığında zarf sehpanın üzerinde kanlı canlı duruyordu.  Kız, bütün bu olayların gece gördüğü bir rüya olduğunu düşünmüştü, umursamamaya çalışarak işine gitmek üzere evden çıktı. Çalışırken bile aklı sürekli zarfa gidiyor ve istemsizce dikkati dağılıyordu. Patronundan azar yemek ise son damla olmuş artık sabrı taşmıştı, eve gidip zarfı eline almayı bekleyemiyordu. Zaman geçmiş, öğlen vakti gelmiş, saat on ikiye yaklaşmıştı. Kız, koşarak hışımla evine gidip hala aynı yerde duran zarfı kaptığı gibi yazan adrese gidiyordu. Ne de olsa kaybedecek hiçbir şeyi yoktu, hayatında değişiklik istiyordu ve artık eline bir şans geçmişti. Sokağa ulaştığında etrafta kimsecikler yoktu. Vakit çoktan gelmişti. Umutsuzlukla geri dönecekken arkasından çalan saatin ritmini ve on ikiye gelişini işitti. Tik…tak…tik…tak ve elinde duran kıpkırmızı zarf daha fazla dayanamıyormuş gibi ardında kan rengi lekeler bırakarak süzülüp gitti. Vücudu bir anda bütün işlevlerini kaybetmiş gibi geldi kıza, nefes alamıyor, göremiyor, tek bir ses bile duyamıyordu.  Zaman geçtikçe eski haline geri döndü. Değişlik hissetmiyordu, hiçbir yeri de acımıyordu. Kız yine rüya gördüğünü düşünerek kendine ve boş umutlarına kızdı. Hayal kırıklığına uğramıştı. Elleri cebinde, taşları tekmeleye tekmeleye evinde geri döndü. Daha doğrusu o öyle sanmıştı, fakat evi hiçte evi gibi değildi. Sanki gecekondu gitmiş yerine kocaman bir villa gelmişti. Kız hem şaşkınlık hem de neşeyle çığlıklar atarak yeni evine koşturdu. İşe yaramıştı işte! Kurtulmuştu o ezik evinden ve arkadaşlarından.

İlk başta her şey normaldi, kız ucu bucağı görünmeyen masalarda yemeğini yiyor, lüks arabalarla alışverişe gidiyor, doyasıya eğleniyordu. Koskoca evde yalnız başına olmak ona hiçte zor gelmemişti. Eski yaşamını unutmuştu bile. Ne eski arkadaşları buradaydı ne de hasta annesi. Birini seviyor, sonra terk ediyordu. Kimse onu sevmese bile artık umurunda değildi. Umurunda olan tek şey kendisiydi. Akrep ile yelkovan birbirini kovaladı ve kız hep daha fazlasını istedi. Mücevherler, zümrütler, altınlar ona yetmiyordu. Bütün evreni kendi ellerinde istiyordu kız. Doyumsuzdu, gittikçe gaddarlaşıyor, huysuzlaşıyordu. Eskiden ona batmayan yalnızlık şimdi gözünün içine giriyordu. Bir gün ta dünyanın öbür ucundan özel getirttiği kırmızı şarabı denemek için içinde kaybolduğu masasına doğru gitti. Oturdu ve memnuniyetsiz suratıyla yemeğini yedi. Sıra özel getirttiği yıllanmış şaraba gelmişti. Dudaklarını büzüştürerek bir yudum aldı. Kıpkırmızı kadehten yudumunu almasıyla eli boğazına gitti, gözleri yerinde duramıyor masada su arıyordu fakat etrafta şaraptan başka hiçbir şey yoktu. Parmaklarından taşan yüzükler birer birer yere döküldü, ardından da kadeh onu takip etmişti. Kız dizleri üstüne çökerken yerde kıpkırmızı şarabın yansımasından kendini gördü. Yıpranmışlığını, kırışan alnını ve yaşamak için kıvranışını. Kız son anında zarfı hatırladı, kendisini zehirleyen şarap gibi o da kıpkırmızıydı. Acıyla hafifçe gülümsedi “kader” diyerek kendini kırmızının yoğunluğuna bıraktı.  Değerini bilememişti, hasta annesinin, eski püskü evinin, sadık arkadaşlarının… Cahilliğinde ve bencilliğinde boğulmuştu.

(Visited 14 times, 1 visits today)