Konuşmacının dediklerini artık seçemiyor, zar zor seçtiklerimi de anlamlandıramıyordum. Toplumumuzdaki düzenle yaptığı laf kalabalığının dinleyicilere kattığı tek şeyin gözleri açık rüya görebilme olduğunu düşünüyorum. İnsanlar üzerindeki analizi çok kötüydü, konuşmacı kesinlikle kötü bir gözlemciydi. Gözlediklerini de iyi yorumlama kabiliyetinden mahrum bırakılmıştı. Vasat gözlemleri ve ezberlediği uyduruk kitap sözlerini topluma aktarabilme becerisi ise diğer kusurlarını büsbütün ortaya çıkartıyordu.
At üstünde sallanıyordum herhalde. Yoksa kaçıyor muydum? Hayır, hayır kesinlikle bir şey arıyordum. Meşe ağaçlarının arasındaki patika beni okyanus kıyısındaki bir uçuruma çıkardı. Toprağı çapalayan köylülerin bezgin ifadeleri uzaktan seçiliyordu. Köylülere yaklaştım, yanlarında sürdüm atımı.
Yasemin arıyordum, çayı için. Evet, çok çay kaynatırdım, bu benim uzmanlık alanımdı. Hayır, ben çay içmezdim, sabah içtiğim kahveden başka bir içeceğin incelikleriyle de pek ilgilenmezdim. Öyleyse, sarı yaseminin merkezi sinir sisteminin afyonu olduğunu nereden biliyordum? Kokusunu tanıyordum, hatta çizebilirdim ama bunu bana kimin öğrettiğine dair hiçbir fikrim yoktu.
Zehirdi bu, eğer fazla kullanırsanız. Uykuda kullanılan, aslında uykuya sürükleyen bir zehir. Uçurum kenarında bulabilirdim. Peki bunu bana kim söylemişti? Uzun bir nehirde akıntıya kapılmış ağaç dalı gibi sürükleniyordum. Ağaç dalının kendi etrafında döndüğü gibi dönüyor, en az onun kadar bilinçsizce ilerliyordum. Sanki tarihin yeminini bozamıyor, payıma düşen rolü değiştirmeden oynuyordum. Peki o dal parçası bu yolculuğun sonunda nereye varacaktı? Nehir dalın varlığından haberdar mıydı, yoksa dal parçasının rüyası mıydı bütün bunlar?
Uçurum kıyısında hızlandım, geçtiğimiz yerlerdeki taşlar dökülüyor; ya kendilerini çarpacakları zeminin parçalamasını istiyorlar, ya da sabırsızca küçük taş parçalarına dönüşüyorlardı. At korkuyor, belki de öfkeleniyordu. Hızlandı, o hızlandıkça altımızdaki taş parçaları daha çabuk kayıyordu.Hissettiğim korku değildi. Öfke, heyecan, nefret veya şaşkınlık da beynimin gerisinde duyumsanmıyordu. Mideme kramplar girmiyordu, terlememiştim, üşümemiştim veya nefes almada sıkıntı yaşamıyordum.
Üç saniye… Gözlerimin önündeki görüntünün kayması için yeterli bir süreydi. Merdivende yürürken ıslak zeminde ayağımız kayar, biz bunu fark etmeyiz. Çoğunlukla düştüğümüzü düştükten sonra kavrarız. İçinde bulunduğumuz durumun genellikle sağduyu tarafından iyi bir açıklaması yapılır, sonunda bize ne olduğunu dokularımız sızlarken anlarız. Genellikle anlarız.
Uyanmayı bekledim. Tiz sesli konuşmacının sesini tekrar duymayı, başımın omzuma çarpmasını ve telaşla uyanmayı… Veya birisinin omzuma dokunup beni bu rüyadan kurtarmasından yöneydi beklentim. Kayanın sert yüzeyinin üzerinde nefes alıyordum. Başımın arka tarafı, bacaklarımın üstü, eklem bölgelerim ve ayağımdaki sızı giderek güçlendi. Canım yanıyordu, vücudumun her tarafına yayıldı. Dişlerim sızladı, burnum kanıyordu. Orada ne kadar süre acı içinde kıvrandım bilmiyorum, güneş batmak üzereydi birisinin yardıma geldiğini gördüğümde.
Acı hafiflemedi ama ona alıştım. Kalkmaya çalıştığım veya yardım istediğim bir an bile olmadı. Yardıma gelen kişiyi gördüğümde de umut etmedim gelmesini, bu bana mutluluk vermedi. Gelen, ölen kocamın kuzeniydi. 25 yaşına girdiği gün bana bütün mülkünü teslim eden, aynı gün kendisiyle evlenmemi isteyen kuzeni. Bu doğru değildi ama bunların tamamını yaşamıştım.
Uzun bir uykuya dalmışım, uyandığımda basık bir odadaydım. Bilincim tam açılana dek bir tek hamle bile yapmadım, kımıldamadan ölü gibi yattım uzun süre boyunca. Bu oda ölen eşime aitti, o öldükten sonra küçük dolaplara dokunmamıştım. Bu dolaplar benim değildi, benimkiler beyazdı. Karşımdaki kahverengi ahşap dolaplarda neler olduğunu ezbere biliyordum.
Ayağa kalktım, küçük dolabın çekmecelerini zorladım. En alttaki şans eseri açıktı. Tek açık olan o değildi, odadaki dağınıklığı yavaş yavaş fark ediyordum. Şifalı otlar yerlerde sürünüyordu, oysaki onları en soldaki dolabın en alt rafında saklardım. Hiçbir şey yerli yerinde değildi. Bu odayı birisi benim yokluğumda dağıtmıştı, benim yokluğumu bu şekilde kullanmıştı. Hayır, beni yok etmeye çalışmıştı.
Demirleri paslanmış küçük dolabın en alttaki çekmecesini açtım. En üstte bembeyaz bir kağıt mum ışığından aldığı güçle kuvvetinin yettiğince parlıyordu. Bu bir mektuptu: Ölen eşimden kuzenine yazılmıştı. Gözlerim zorlukla da olsa harfleri seçiyordu, anlamlandırmakta zorlanıyor, bunları cümlelere sözcüklere çevirmek dakikalarımı alıyordu. Benim ona acı verdiğimden, ne kadar savurgan olduğumdan bahsediyordu. Ölmeden birkaç hafta önce yazılmış, tarih ölümünden tam bir hafta önce atılmıştı.
Onu öldürmüş müydüm, öldürmemiş miydim? Bahçemizdeki bazı otları kaynattığım doğruydu: Şifalıları mı kaynattım, zehirlileri mi? Peki ya kuzeni, onun mülküne sahip olmak mıydı temel gayem? Onu da mı öldürmeye çalıştım çaylarımla?
Zarfın içinden küçük bir kağıt daha çıktı:
“Rachel benim azabımdı.”
Dipnot: “Kuzenim Rachel” filminden ilham alınmıştır.