Bugün yeni eğitim-öğretim yılının ilk günü, ama bir farklılık var. O fark ne? diye soracak olursanız bu soruya “Çocuk yaşımda üstün zekalılara özel bir okula başlayacak ve orada yatıya kalacak olmam!” şeklinde cevap verebilirim. Aslında bu benim tercihim değildi, her şeye hep ailem karar verdi. Bana kalsa eğitimimi diğer “normal” çocuklar gibi görmek isterdim. Ama bunu ne zaman aileme söylesem “Kaan, sen özel bir çocuksun! Nasıl diğerleri gibi bir hayat sürmeyi bekleyebilirsin ki? Böyle davranmak senin bu özelliğini çöpe atmak kadar beter olur.” Şeklinde yanıtlar alıyorum. Onları da anlamaya başlıyorum aslında yavaş yavaş. Başka hiçbir yeteneğim yok. Tek çıkış yolum böyle bir rotada ilerlemek gibi görünüyor. Bilim insanı olacağım ben. Bu kariyer benim seçimim ama tabii, bu yaşta değil. Bu konuyu çok da dert etmemeye çalışıyorum çünkü günün sonunda hayallerime kavuşmuş olacağım.
İşte büyük gün geldi, içime sinmese de burası benim hayallerime ulaşmamı sağlayacak bir köprü benim gözümde ve ben bugün o köprüye ilk adımı atacağım. Yalan söylemeyeceğim, epey büyülendim. Binanın yapısı, kütüphane, sınıflar, öğretmenler… Burası cidden bana göre. Eminim zaman burada su gibi akıp gidecek!
Öyle de oldu, zaman su gibi akıp gitti ve bu okula başladığım gün dört ay geride kaldı. Buraya alıştım çünkü bu yerleşke benim hem okulum hem de evim. Yatakhanede tanıştığım biriyle de arkadaş oldum. Adı Efe. O da benim gibi bir bilim insanı olmak istiyor ve birbirimize çalışırken yardımcı oluyoruz. Bu durum, bizim elbette ki başarımızla sonuçlanıyor.
Uyuyamadığımız bir gece Efe’yle okulu dolaşmaya karar verdik. Gün içinde öğrencilerin geçmesine izin verilmeyen bir kapı vardı ama ben merakıma yenik düşüp “Girilmez!” yazan kapıyı ardına kadar açmış bulundum. İçeriye bir göz gezdirdikten sonra Efe, “Bu da ne! Okulumuzda bir zaman makinesi mi var.” diye bağırınca zaman bilimleri profesörü Mustafa Hoca, “Çocuklar burada olmanız çok tehlikeli hemen çıkın!” diye bağırdı ama biz dinlemedik ve makinede bir tuşa dokununca aniden bir flaş patladı. Uyandığımızda ise Mustafa Hoca, ben ve Efe zaman makinesinin alev almış olduğunu gördük. Mustafa Hoca hemen yerinden doğruldu ve bir çita edasıyla yangın söndürme tüpüne koştu. Tüpü kullanıp makineyi söndürmeyi başardı fakat her şey için çok geçti. Zaman makinesi kullanılamaz duruma gelmişti. Hem de bizim yüzümüzden. Profesör Mustafa Hoca, bize şimdiye dek hiç duymadığımız bir ses tonuyla bağırdı ve ertesi sabah kurulu toplayıp bizi okuldan kovdurdu ve okuldan atıldık. Ona karşı çıkmak istedik ama biz de hatamızın farkındaydık.