Gürültüyle açıldı kapı. Odaya giren, orta yaşlı, yakışıklı bir doktordu. Elinde tuttuğu dosyaların içerisinde ne yazdığını merak etmemek elde değildi. Hafif gülümsemesi içimi rahatlattı, çünkü bir hastanede alınacak haberin ne olacağını kimse bilemezdi. Sakin bir gülümsemeyle karşılık verdim ve dikkatlice yanıma gelmesini izledim. Ağızını oynatıyor, bir şeyler söyleyecek gibi geveliyordu ancak bir kelime bile çıkmıyordu. Ağzının hareketlerini izlerken, konuştuğunda, konuşmamış olmasını dileyeceğim hiç aklıma gelmiyordu.
“Ivy, değil mi?” Yemyeşil gözlerinin içine sabırsızlıkla baktım. Evet anlamında hafifçe başımı salladım. “Evet, hmm…” Yüzündeki gülümsemenin yerini ciddi bir ifade almıştı. “Ivy, görünen o ki zamanla hafızanda kayıplar yaşamaya başlayacaksın. Ne kadar şiddetli olacağını henüz bilmiyoruz ancak kim olduğunu bile hatırlamaman bir olasılık. Lütfen kendini buna hazırla.”
Sadece 15 yaşındayken, hayatını yaşamamış biri olarak, böyle büyük bir haberi almak zordu. Kavramak ise uzun sürecekti. Bazı insanlar böyle bir haberle karşılaştıklarında ne yapacaklarını bilemez, oldukları yerde kalır, ancak bazıları kaçmayı seçer. Sanırım ben de onlardan biriydim. Doktor odadan çıktığında hemen çantamı topladım ve oradan ayrıldım. Yakalanmamam gerekiyordu.
Odanın birkaç koridor ötesinde açık bir pencere gördüm. Zemin kat olduğu için düşünmeden atladım. Hızla uzaklaşıp oturup dinlenebileceğim bir yer bulmak istiyordum. Bilmeden nereye gittiğim bir süre boyunca yürüdüm. O gri çitlerin dışı sanki başka bir dünyaydı. Üç gün boyunca güneş görmemiş biri için her şey olağanüstü geliyordu. Uzun bir süre yeşillikler arasında yürüdükten sonra, büyük bir ağacın altına oturup dinlenmeye karar verdim. Oturduktan sonra yorgunluktan içim geçmişti.
Gözlerimi güneşin doğuşuna karşı açtım. Etrafıma baktım. Kim ve nerede olduğum hakkında hiçbir fikrim yoktu. Hiçbir şey hatırlamasam da aklımda sürekli tekrarlayan bir anı vardı. İlk olarak, bir çift yeşil göz beni bir beşiğe koyuyordu. Sonrasında ise aynı çift yeşil göz, bir hastane odasında bana endişeyle bakıyordu. Hayatımda gördüğüm en güzel gözlerdi, ama neden bunları hatırladığımı bilmiyordum. Hiçbir şeyi bilmiyordum ve bu beni çok korkutuyordu. Bir süre etrafta gezinerek en azından nerede olduğum hakkında bir fikir edinmeye çalıştım. Ayağa kalkıp etrafı dolaşmaya başladım.
Çok geçmeden uzun boylu bir hemşire beni buldu. Bana bir dizi soru sordu, ancak kim olduğumu hatırlamam olası olmadığı için bu sorulara cevap vermek zordu. Bana annemi bulmaya çalışacaklarını söyledi, ama “anne” deyince aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Bir süre sonra doktorlar ve polisler geldiğinde olayın büyüklüğünü anlamaya başladım. Bir polis bana gelip annemin veya babamın ismini ya da telefon numarasını hatırlayıp hatırlamadığımı sordu. Annem, onu düşününmek için aklımı ne kadar zorlasam da aklıma hiçbir şey gelmiyordu ancak babam…
O farklıydı. “Baba” kelimesi, yemyeşil, bizi çevreleyen çam ağaçlarından daha yeşil bir çift göz getiriyordu aklıma. Onu düşünmek huzur veriyordu insana. Bu gözlerden çok hatırlayabildiğim bir şey yoktu. Daha derin düşünmeye çalışırken gördüm onu, kalabalığın içinde, arkalarda. Bembeyaz bir doktor üniformasıyla etrafı izliyordu. Gözlerim açıldı. Babamdı o benim. Her şeyimdi. Koşarak gittim yanına, “Baba” dedim ama bana şevkatle bakmak yerine yeşil gözlerini kocaman açmış, şaşkınlıkla bakıyordu. Beni nasıl hatırlamazdı.
Gözlerim yaşlıydı. Kafamı kaldırıp gözlerine baktım. Bir süre öyle bakıştık. En sonunda gözlerini kıstı, “Violet?”
O da ağlıyordu, mutluluktan mı üzüntüden mi olduğunu anlayamasam da ona sımsıkı sarıldım. “Peki bana neden isminin Ivy olduğunu söyledin?” Ona baktım tekrardan. “Ivy mi?” dediğimde hiçbir şey hatırlamadığımı fark etti sanırım. Başka bir şey sormadan kafama hafif bir öpücük kondurdu. İşte o zaman anladım, hafıza olması ya da olmaması aile içindeki sevgiyi etkilemiyordu. Aile sevgi doluydu ve bu en güzel şeydi.