Uzun uğraşlarım ve bitmek bilmeyen denemelerim sonucunda nihayet hedefime ulaşmıştım. Makine tam karşımda duruyordu. Biraz sonra, onun içine binip belki de geri dönüşü olmayan bir seyahate çıkacaktım. Aylarca eski kıyafet satan dükkanları gezip yolculuğuma uygun kıyafetler arayıp bulmuştum. Gideceğim yerin o yıllardaki haritasına bakıp aracımın uygun bir yerde belirmesini sağlamalıydım. Araca binip gideceğim zamanı ayarlayıp çalıştırma butonuna bastığımda aracın çevresinde saydam bir küre belirdi. İçinde küçük yıldırımlar ve ışıklar gözüküyordu. Vücudumun sarsılmaya başladığını sanki küçük parçalara ayrıldığımı hissediyordum. En son hatırladığım şey yanımdan hızla geçen beyaz bir ışık oldu.
Meydandan Tütün İskelesi’ne kadar toplanan kalabalık; O’nun gelişi için hazırlık yapmış, heyecandan yerlerinde duramıyorlardı. Aralarında fısıldaşmalar da vardı. Anafartalar Kahramanı’nın nasıl bir insan olduğunu soruyorlardı. Yıllardır süren savaşlar, yenilgiler, utançlara karşı bir umut İstanbul’dan geliyordu. Kendisini karşılayacak müfrezenin bile silahlarına, işgal kuvvetlerince el konulmuştu. Nihayet saat 18.00’da Samsun Limanı’ndaydı. Savaşlardan yenik çıkmış, bölünmüş, umutsuz, yorgun ve çileli bir milleti yeniden diriltmek, ayağa kaldırmak için karaya ayak basmıştı. Henüz Gazi bile değildi ama geleceği bilen ben için bu an, onun yüzündeki kararlılığı, yılgın halktaki umudu canlı görmek, tarif edilemez bir durumdu.
Aracıma geri dönerken bu ana tanıklık etmenin gururunu taşıyordum. Geri dönebilirsem torunlarıma anlatacağım bir anı olacak, dönemezsem bu güzel ülkenin kuruluşu için bir kurşun gibi cepheden cepheye dolaşıp mücadele eden milyonlarca insandan biri olacaktım.