Günün en sevdiğim zamanı gelmişti. Güneş, gökyüzündeki yerini kısa bir süreliğine Ay’a devrediyordu. Bu saatlerde fırsat buldukça geçerim camın karşısına, gün batımını seyrederim. Tabi gökyüzünün güzelliğini seyrederken hayallere dalıp giderim. Bugün düşlediğim şey bir kentti. Dünya üzerinde hiç görülmemiş bir kent hayal ettim.
Bu kentin ne adı vardı ne de bileni. Kentte yaşayan insanların ne tanıyan vardı ne de gören. Kısacası bu kent daha önce gördüğüm hiçbir yere benzemiyordu. Kente girer girmez yemyeşil çınarlar karşıladı beni, daha önce hiç böyle kusursuz ağaçlar görmemiştim. Ağaçlar aslında bu kentin en önemli parçalarından biriydi. Ağaçlar aslında kentin diğer canlıları için bir evdi; dallarda sincaplar koşuşturuyor, kuşlar neşeli şarkılar söylüyordu. Kentin çimleri ve çiçekleri, sıkıcı gri betonlar altında boğulmuyordu. Etrafta kediler, köpekler keyifle geziyordu. Köpeklerin ve kedilerin sevildikleri çok belliydi; hiçbirinin kemikleri sayılmıyor, insan görünce korkup kaçmıyorlardı. Bu kentte insanlar kadar diğer canlılarda değerliydi. Bu muhteşem doğayı hayranlıkla izleyerek kentin merkezine doğru yürümeye başladım.
Alışılmışın aksine kent merkezinde bir kargaşa yoktu. İnsanlar gergin ve tahammülsüz değildi. Herkes birbirine gülümsüyor ve birbirini selamlıyordu. Yol boyu küçük dükkanlar vardı ve hiçbirinin çevresinde kamera gibi güvenlik tedbirleri yoktu. Burada herkes birbirine güveniyordu. Dükkanları inceleye inceleye yürürken burnuma fevkalade bir koku geldi. Koku fırından geliyordu. Hemen fırından içeriye girdim ve uzun boylu, sarı saçlı, kömür gözlü bir kız selamladı beni. Daha önce hiç görmediğim bir kek verdi bana, ödeme yapmak istesem de kabul etmedi. Beni hiç tanımadığı halde neden bana böyle bir iyilik yaptığını sorduğumda “Bizim buralarda misafirperverlik çok önemlidir.” dedi. Kızla biraz daha sohbet edip kenti keşfetmek üzere oradan ayrıldım.
Anlam veremiyordum. İnsanlar nasıl oluyor da böyle huzur içinde yaşayabiliyor anlayamıyordum. Yolda ilerlerken pırıl pırıl çimler üzerinde piknik yapan bir genç grubuna rastladım. Yanlarına giderek kentin niye bu kadar huzurlu olduğunu sordum. Aralarından bir kız “Burada herkes birbirini destekler, kimse kimseyi kıskanmaz. Herkes kendi emeğiyle kazanır, kimsenin başkasının hakkında gözü yoktur. Biz birbirimizi dinleriz ve küçük şeyler için birbirimizi kırmayız. Burada dürüstlük en önemli erdemdir. Biz her canlıya değer veririz ve hiçbirini kendi çıkarlarımız için kullanmayız. Biz böyle büyüdük ve böyle yaşarız.” dedi. Bu cümleler beni derinden etkiledi. Kız konuşmayı bitirdiğinde tüylerim diken diken olmuştu, gözlerim cam gibi parlıyordu. Bu kentin haritada nerede olduğunu sordum ve herkes sessizleşti. Aralarından birisi “ Bu kent şu anda içinde bulunduğunuz dünyadan çok ama çok uzak. Kimsenin kimseye tahammülü olmadığı, herkesin bencilce kendi çıkarlarını düşündüğü, monotonlaşmış o gri hayatın herkes tarafından kabul edildiği, yalanın her cümlenin içerisinde yer aldığı bu dünyadan çok ama çok uzakta bir kent burası. Bu kente ulaşmak imkansız değil fakat şu anda içinde bulunduğumuz dünyanın şartlarına bakacak olursak bu kente ulaşmak pek kolay değil.” dedi. Bu cümleleri duyduktan sonra ortada ne kent kaldı ne de müthiş bir doğa. Tekrardan pencere karşısındaydım fakat ne güneş kalmıştı ne de masmavi aydınlık bir gökyüzü, gecenin karanlığı her yeri sarmıştı.
Bu sefer hayallerim beni mutlu etmedi aksine düşündürdü. İçinde yaşadığımız bu monoton dünyadan bir kaçış yolu aradım. İnsanları değiştirebilir miydim? Açıkçası pek zannetmiyorum ama kendi kentimi yaratabilirdim. Hâlâ içlerinde daha güzel bir dünya umuduyla yaşayan insanları bulabilirdim. Kim bilir, belki kendi kentimi yaratmaya çalışırken o düşlediğim kenti bulurum.