Ne Olursa Olsun Saati Kontrol Et

Gece uyandım. Gözlerim yarı açık yarı kapalı bir halde ışığa ulaşmaya çalıştım. Sanırım başardım, elim sonunda düğmeye ulaştı ve dengesiz bir şekilde düğmeye dokundum. Bu uğraşlarımın sonucu fazla ses çıkarmış olmalıyım, annemin gölgesinin karanlığını üstümde hissetmiştim. Bıkkın, ne olduğuna anlam veremeyen gözlerle bana bakıyordu, galiba o da hala uykudaydı. Konuşamadım, korktum, kurallar açıkça ortadaydı saat gece 12’den sonra sabah 6’ya kadar ne türle olursa olsun konuşmak, yüksek ses ile ilgili herhangi bir şeyi yapmak, acil ve ölümcül olmadıkça evden çıkmak yasaktı. Yüce Devlet’in koyduğu bu sınırlar elbette bizlerin daha kaliteli yaşaması için bir uygulamaydı bunun aksini iddia etmek aklımdan bile geçmedi, geçemezdi. Bizlerin ilkokulda ‘Kurallar çiğnenmek için vardır.’ lafının tam aksine sınırın kenarında dolaşmak bizler için hayatın kenarında dolaşmak olurdu işte bu nedenle kimse sınırları zorlamazdı. Yatağımın sağ ucunda duran çekmecenin üstündeki çalar saati kontrol ettim. Uyanmam gereken saate daha 4 saat vardı. Benim nedensiz uyanışıma aldırış etmeyen annem de yatmaya gitmişti, malum onun daha 6 saati vardı, uykusundan çalmam ne onun için ne de benim için bir yarardı. Yavaşça ışıklarımı kapattım ve bir an önce uykuya dalmak için içimden dua ettim: ‘Tanrım lütfen…’.

Alarm çaldı. 4 saat ne de hızlı geçti diye düşündüm. Üzgündüm, uyanmamış olsam nasıl güzel bir uyku çekeceğimi düşünmeden edemiyordum. Çalar saat 00.00 olmuştu. Yanında duran kol saatimi aldım ve sıska bileğime taktım. Bu sefer takarken dikkat ettim, geçen hafta yaşadığım rezillikten sonra bir daha kol saatimin bileğimden bir santim bile uzaklaşmasını göze alamazdım. Gerildim, zaman geri sayıma başlamıştı bile sekiz, yedi, altı, beş… Okula hazırlanmam, kahvaltı etmem ve tam olarak kapının önünde olmam için 10 dakikam vardı. Olabilecek seçenekler şunlardı; Bir, üstüme bulduğum herhangi iki şeyi geçirip doğru düzgün kahvaltı etmek. İki, düzgünce katlanmış veya ütülenmiş kıyafetlerden iki tanesini seçip süper hızlı bir kahvaltı etmek veya son seçenek istediğim kıyafetlerin ütülenmesini beklemek ve kahvaltı yapamadan evden koşarak çıkmak. İkinci seçenek bana daha yatkındı, neden olmasın ki çoğu zaman yaptığım bir aksiyondu. Dolabı açtım ve pazartesi giyebileceğim kıyafetlere baktım. Yüce Devlet, farklılığın insanın kendisinde olduğunu savunan bir yapıyı benimsemişti. Yeni iki insan tanıştığında ya da daha tanışacakları anda birbirlerinin kıyafetlerinden değil konuştuktan sonra tavır ve davranışlarına göre o kişiyi yargılamamız gerektiği kanısındaydı. Yüce Devlet’in bu fikirlerine hayranlık duyuyorum, kesinlikle vatandaşları için en iyi olanı en doğru şekilde biliyor ve uygulatıyor. Pazartesi giymem uygun görülen kıyafetlerimi giydim ve doğruca mutfağa geçtim. Mutfaktan güzel güzel omlet kokuları geliyordu, dağıtılan erzakların dün yenilenme günüydü. Yeni gelen malzemeler yapılan bu omleti keyifle yiyebilecekken hızlı hızlı ağzıma tıktım ve bir lokmada yuttum. Bileğimi kontrol ettim. 2 dakikam kalmıştı. Koşarak lavaboya gittim, dişimi olabildiğince hızlı fırçaladım ve çıktım, kendime bakmaya fırsatım bile olmadı. Hızlıca botlarımı giydim ama havanın nasıl olduğunu bile bilmiyordum. Merdivenlerden aşağı nasıl indiğimi hatırlamıyorum bile ama yetiştim. Tam kapının önüne geldim saate baktım üç, iki, bir ve işte servis. Bugün sabahı da geç kalmadan ve ailemi zora sokmadan okula gidebilmeyi başarmıştım. Aferin dedim kendime, aferin.

Okula varmamıza 15 dakika vardı. Son 10 yıldır kullandığımız okul yolunda bir değişiklik vardı. Ne olduğunu anlayamadım, asfaltlar aynı ve bakımlıydı, çevresindeki binalar da hiçbir farklılık yoktu. Hatta yanımızda giden araçların çoğu da aynıydı. Ama bir farklılık vardı. Susmayı tercih ettim. Konuşup ne yapacaktım dikkatleri üstüme çekmek yerine ki bunu hiç istemezdim aynı Yüce Devlet’in istemediği gibi. Başka bir sınırdı farklılıklar hakkında konuşmak. Yüce Devlet için farklılıklar kısıtlı olan sınırlardı. Örneğin, bir insan sarı saçlıyken diğeri kahverengi, diğeri kızıl olabilirdi ya da biri uzunken biri kısa ya da biri yeşil gözlüyken diğeri zeytin gibi simsiyah gözlere sahip olabilirdi. Doğal nedenlerle oluşmuş farklılıklar bizleri farklığı değil bir yapardı. Ancak, bir insan fiziksel ya da zihinsel bir engele sahip ise onlar Yüce Devlet tarafından özel olarak hazırlanmış ve tasarlanmış şehirlerde yaşarlardı. Eminim onlar böyle daha mutlulardır çünkü kendi aralarında onlarda da bir farklılık bulunmuyordu.

Müzik oynatıcıma baktım ve yeni çalabileceğim şarkılara göz gezdirdim. Belli ki bugün uykumu alamadığım için böyle saçma sapan fikirlere kapılıyordum. En sevdiğim şarkıcının yeni albümü yayınlanmıştı. Bu büyük bir gelişmeydi. Yüce Devlet, sanatçılarına çok önem veren ve onları hep el üstünde tutardı ama maalesef işleyişi bozmamak açısından çok sık yeni ürünlere vakit ayıramazdı. Düşünsenize 10 şarkılık bir albüm çıkarabilmek için yaklaşık 3 yıl evrak işi ile uğraşıyorsunuz. Söylenenlere göre Yüce Devlet’ten önce bu süre 7 yılı bile bulabiliyormuş, siz tahmin edin ne kadar kolaylaştırıldığını işlerin! İlk şarkıyı dinlemeye başladım ama sonuna daha gelemeden okulun kapısında buldum kendimi. Saatimi kontrol ettim, dersin başlamasına daha 3 dolu dakika vardı. Zamanı kendime saklamak için koşarak sınıfa gittim ve adımın yazdığı sırayı buldum. Ne şanslıydım ki bugün yerim orta sıranın cam kenarıydı. Okulun belli başlı prensipleri vardı. Sınıfın içindeki her önce belirtilen yerlere oturmak zorundaydı. Her öğrencinin sırası iki haftada bir değişmekteydi, böylece herkes eşit şekilde her yerden eğitimin almış olacaktı, oldukça eşit bir yaklaşım türü. Sınıflar aşağı yukarı 22 kişilikti, bir ya da iki kişilik farklar yer alabiliyordu. Bütün öğrenciler birbirlerini anaokulundan beri tanıyorlardı, onların ebeveynleri de ve onların ebeveynleri de. Benim için bu durum biraz daha karmaşıktı. Benim ne annem ne babam ne de büyükanne ya da büyükbabam bu okula gitmişti. Kuşağın ilk halkası bendim. Oldukça garip bir okul yılı olmuştu benim için ama umursamadım çünkü kafaya takmak beni ileri götürmek yerine geri çekeceğini düşündüm. İlk dersimiz matematikti her gün olduğu gibi. İnsan beyninin en aktif olduğu saatlere göre yapılan ders sıralamasına göre hazırlanmıştı ders programı. Eğitim merkezleri Yüce Devlet’in özenle hazırladığı müfredata göre eğitim vermekteydi. Yüce Devlet’in izin verdiği kitaplar dışında yayın kullanmak yasaktı çünkü en iyisini Yüce Devlet bilirdi ve yalan bilgi içerme olasılığı da oldukça fazlaydı. Eğitim konusunun oldukça hassas olduğunu bilen devletimiz öğrencilerin geleceklerinin iyi olması için gerekli her şeye sahipti. Olabilecek en iyi üniversiteler, kütüphaneler… Söylenene göre geçtiğimiz sene sadece eğitim amaçlı devletimiz 5000 öğrenci kabul etmiş. Yüce Devlet, dünyadaki en gelişmiş teknolojiye, eğitim sistemine ve ekonomisine sahip devlet olarak geçiyor her yerde. TABİ Kİ DOĞRU! Doğal olarak refah seviyesi en yüksek devlet de biziz. Bu nedenle biz dışarıya göç vermek yerine göç almayı benimsemiş bir politikaya sahibiz. Bazı Yüce Devlet Karşıtları (YDK) devletimizin bizi hapsettiğini, dışarıyla olan bağlantımızı kestiğini belirtiyor ama bu kesinlikle bir saçmalık. Bizi hapsetmek istese bize bu kadar olanak sunar mıydı, hiç sanmıyorum. Devletin bu kadar mükemmel işlemesi de bizlerin ne kadar iyi durumda olduğunun bir başka kanıtıdır. Dışarıya bağımlı olmayan bir devlet düşünün işte kendi ayakları üstünde durmayı başaran. Yüce Devlet çok yaşa!

Saatimi kontrol ettim. Okulun bitmesine 1 dakikadan az bir süre vardı, sevindim içimden. Okul sonrası babamın işyerine gideceğimi hatırlayınca yüzümde gizlemeyi beceremediğim bir sırıtma oluştu. Ama ne yapsaydım benim için ayda yılda bir olan bir değişiklik, bir şanstı. Monotonluğun dışına çıkabildiğim, okul ile ev arasında kalmadığım başka insanlarla başka yerlerde geçirebileceğim dolu dolu 6 saatti. Okuldan çıkışta babam beni alması için işyerinde çalışan birini göndermişti. Arabaya bindim ve şirkete doğru yol almaya başladık. Çevremdekilerle ailem hakkında konuşmama izin yoktu, toplumsal eşitliği bozan ilkelerden birisiydi bu. Bu nedenle kim ne benim nasıl bir aileye sahip olduğumu ya da neler ile büyüdüğümü biliyordu. Birden düşüncelere dalmış olmalıyım ki şirketin önüne gelmiştik ve ben fark etmemiştim. Arabadan uçarak çıktım ve babamın bulunduğu kata çıkabilmek için asansörlerin oraya gittim. Kendimi bildim bileli biz sağdaki asansörü kullanırız ama nedeni bilinmez. Bazı insanlar da bizimle aynı asansörü kullanır ama herkes değil. İki asansör fiziksel olarak çok farklıydı aslında ama ikisi de aynı görevi görüyordu. Bizim kullandığımız asansör oldukça yeni ve bakımlıydı. 3 metre öteden bile o parlak gümüş rengini görebilmek mümkündü. En son teknoloji olduğu düğmelerinden, kapısından ve diğer özelliklerinden anlaşılabiliyordu. Ama öte yandan soldaki asansör bir o kadar eski, döküntü ve kapısızdı. Bahse girerim ki asansörün çalışmasını sağlayan güç insan kaynaklıydı, bu yüz yıl önce kullanılan tarzda olanlardan. Bu ayrımdan pek hoşnut olduğum söylenemez ama Yüce Devlet öyle uygun görmüştü. Önemli bir detay mıydı değil miydi bilemem ama babamın şirketi direk olarak Yüce Devlete bağlıydı yani çok katı kurallar ve sınırlar vardı. Bu bilgiyi aklımdan geçirmek bile beni ürkütmeye yetiyordu. Tüylerimin diken diken olduğunu hissettim ve içimden sadece geçmesi için dua ettim.

Asansör sonunda en yukarı kata çıkmıştı. Koşarak çıktım ve babamın yanına gittim. Sıkıca boyuna sarıldım, yavaşça saçımı okşayıp günümü sordu. Babamla aram anneme kıyasla kat kat daha iyiydi ama hissettiğim bu farklılıkları ona da söylememe kararı aldım, böylesi daha iyi gözüktü gözüme. Babamın şirketi, bütün evlere, binalara, sanayilere elektrik ve doğalgaz iletmekle görevliydi. Yüce Devlet’e bağlı çalışan ya da yaşayan kaç kişi olduğunu tam olarak bilmiyorum, nereden bilebilirim ki hiçbir zaman açıklamıyorlar bizimle istatiksel verileri. Babamla beraber eve geçmemize bir buçuk saat kalmıştı, kalan vaktimi ödevlerimle geçirmeye karar verdim. Maalesef bu kararımda başarısız oldum, sabah düşündüğüm fikirlere geri döndüm, dalıp gittim aynen bir rüyaya dalar gibi.

Eve döndük, annem karşıladı bizi kapıda. Biraz halsiz, bitkin gibiydi. Acaba gece uykusunu böldüğüm için mi olmuştu diye kendi kendime soruyordum. Belki de benim hatamdı onun bu durumda olması. Yediremedim kendime, özür diledim çokça. Belki o zaman rahatlardı biraz vicdanım. Hızlıca akşam yemeğimizi yedik, Yüce Devlet sınırlı erzakla keyif yaptığımızı düşünmesin diye, yine herkes eşit durumda hissetsin ve ona göre yaşasın diye. Yatma saatime bir saat kala başımda garip, tanımlayamayacağım bir ağrı hissettim. Daha önce çektiğim hiçbir ağrıya benzemiyordu. Annemden rica ettim ve bana bir tane Oxycodone Hydrochloride (Yüce Devlet herhangi bir şekilde kullanılan markalara karşıydı. Yapılan işlerin pazarlama değil icraatta olmasına önem veriyordu. Bu nedenle kullandığımız ilaçlardan tutun giydiğimiz kıyafete içtiğimiz suya kadar her şey genel adıyla anılır ve söylenirdi. Markalaşmanın olmaması, her şeyin kontrolünü Yüce Devlet’e bırakmıştı böylece.) vermesini istedim –morfinin biraz daha güçlüsüydü bu ilaç, ağrılarımı daha hızlı bastıracağını düşündüm.- İlacı dolu bir bardak suyla içtim, bilekliğimi her zaman koyduğum çekmecemin üstüne alarmımın yanına bıraktım ve yatağıma yattım. Rahat bir pozisyon bulduktan sonra gözlerimi kapattım ve kendimi serbest bıraktım.

Gözlerimi açtım. Evin her yerinde ışıklar yanıyor, herkes işe gitmeye hazır bir şekilde kahvaltılarını bekliyordu. Alarmım çalmamış olmalıydı. Bu bir bakıma imkânsızdı çünkü bütün saatler ve alarmlar Yüce Devlet’e bağlıydı, insanların zamanlarını kontrol eden onlara kolaylık sağlayanlar da Yüce Devlet memurlarından başkaları değildi. Hızlıca bilekliğimi yerden aldım ve saati kontrol ettim, tam olarak 3 dakikam vardı. Ne giydiğimi ya da yediğimi bilmeden kendimi dışarı attım. Neyse ki servise tam vaktinde yetişmiştim. Yine aynı yolu kullanarak okula gittik ve sabahın ilk dersi olan matematiğe girdim. Öğlene doğru, artık karnımın gurultuları benimle sohbet edecek duruma geldiğinde anlıyorum ki öğlen vakti geliyor, tam sınıftan çıkıp yemekhaneye giderken bileğimde bir hafiflik hissettim ve sol bileğimi kontrol ettim. Saatim yoktu. Zamanı nasıl bilecektim, neyi ne zaman nerede yapmam gerektiğini bana kim söyleyecekti. En kötüsü ise insanların benim hakkımda düşünceleri ve tavırları olacaktı. Yüce Devlet’in bir numaralı kuralını ben kısmi bir şekilde de olsa çiğnemiştim, elimde olmayan sebeplerden dolayı. Bir anaokul çocuğu bile saatini doğru düzgün takabiliyor, kaybetmiyorken benim bu olayın merkezinde yer alıyor olmam büyük bir rezillikti. Nerede bulacaktım o saati? Peki ya Yüce Devlet Merkezleri’ne gitmiş miydi benim saati takmıyor oluşum? Acaba beni tutuklamaya gelecekler miydi? Aklımdaki binlerce sorudan sadece birkaçıydı bunlar. Çaresiz, ne yapacağını bilmeyen bir şekilde etrafa bakınırken birden gördüm onu, saatim masanın üstündeydi. İkinci bir düşünceye kapılmadan hemen koşup saati sol bileğime taktım. Rahatça ve derince bir iç çektim. Alarm sesine uyandım.

Alarm sesiyle rüyanın son bulması bir olmuştu ama ben nefes nefeseydim aynen bir atletin son turuna girişindeki nefes alıp verişleri gibi. Yatakta doğruldum ve etrafıma baktım. Acaba şu an gerçek dünyada mıydım yoksa bir başka rüyada daha mı? Emin olamıyordum. Geçen hafta yaşadığım olayın aynısının rüyama girmiş olması beni rahatsız etmişti. Tanımlayamadığım bir başka duygu vardı içimde. Ne iyi ne kötü, ne umut verici ne de umut sökücü… Rutin olarak yaptığım işlerimi yerine getirdim; hazırlandım, okula gittim, eve geldim, ders çalıştım. Ama hayatımda rutinle uzaktan yakından alakası olmayan şeyler olmaya başlamıştı. Her şeyin daha çok farkına varmaya başlamıştım. Gri gökyüzünde uçan bir kargayı, çukurlarla kaplı asfalt yolda işine yetişmeye çalışan mutsuz insanları. Dünya artık o bana kadar da yaşanabilir gelmiyordu bana, daha çok boğuyordu beni. Yüce Devlet’in bize söyledikleri, bize uygulattığı kurallar hani bizim iyiliğimizeydi diye düşünmeden edemiyordum çünkü çevremde olup bitenlere artık gözüm kapalı güvenip bakmasam da olur diyemiyordum artık. Birden bire neden böyle olmuştu. Her şeyi sorgulamak hem beni yormaya hem de daha da çok sorgulamaya itiyordu, arasında kalmak istemeyeceğim bir ikilem gibi gelmeye başlamıştı bana. Günün sonunda yine bilekliğimi çalar saatin yanına koydum ve yattım. Tek bir isteğim vardı, sorularıma cevap bulabilmek.

Alarm çaldı. Ben yine nefes nefese uyandım. Dün gördüğüm rüyanın bire bir aynısını bugün de gördüm. Bu düşünceleri zihnimden geçirirken beni neyin beklediğinden daha haberim yokmuş ki bu kadar rahat düşüncelerimi kendimle paylaşabilmişim.

Rüyalar peşimi günler, haftalar boyu bırakmadı. Bir terslik vardı. Hep aynı rüyayı görüyor olmam, dışarıyı artık daha da çok fark ediyor olmam hepsi bağlantılı gibi gelmeye başlamıştı. Bir karar aldım. Ailemi – özellikle babamı – kendimi ve çevremdeki herkesi zor duruma düşürecek bir karardı ancak artık kaybedecek sadece bir ruhum kalmıştı, eğer o da gerçekten benim ruhumsa. Bilekliğimi takmadım tam tamına bir gün boyunca ve gördüklerim beni deli edecek noktaya getirdi. Yaşadığımız bu hayatın ne kadar iğrenç ve çekilmez, ne kadar vasat olduğuna kendi gözlerimle şahit oldum. Sağım solum önüm arkam her yerim sadece saatini kontrol eden insanlarla doluydu tabi onlara artık insan denebilirse. Bu durumu daha iyi anlamak için okulu astım çünkü Yüce Devlet yapmasa, merak duygusu beni yiyip bitirecekti. Gitmedim okula, daha doğrusu derme çatma bir şekilde duran o vasat binaya. Eğitim aldığımız yerin kaliteli olması gerekirken bizim okulumuz bir o kadar kalitesizdi. Babamın çalıştığı binaya gittim ve gözlerime inanamadım. Bu civardaki en güzel, bakımlı ve kaliteli olan binaya sahipti babamlar. Yüce Devlet’in işiydi bu. Başka bir açıklama getiremedim. Daha fazla cevap almak için açılır kapanır kapıdan adımımı içeriye atacakken arkadan birisi yakaladı beni ve geriye çekti. Bir yüzü ya da tanımlanacak bir fiziksel özelliği yoktu. Sadece siyah, simsiyah bir bulutumsu ruh gibiydi ya da benim öyle görmem istenmişti. Nasıl bir güçle geriye çektiğini anlayamadan beni diğer tarafa ulaştırmıştı bile. Galiba yüzlerce soru arasından birisinin cevabı belli olmuştu. Aykırılar nereye aittir bu kör edici dünyada?

(Visited 16 times, 1 visits today)