Daha hızlı olmalıyım. Daha hızlı… Şu an neden koştuğum ya da kimin beni kovaladığı hakkında hiçbir fikrim yok. Birdenbire kendimi koşarken buldum ve içimden bir ses daha da hızlanmam gerektiğini yoksa başıma kötü şeyler geleceğini söylüyor. Sanki ilk başta uyuyorum. Sonra kendimi birden bir olayın içinde buluyorum. Aynı bir rüya gibi ama bunların bir rüya olmadığını biliyorum, hissediyorum. Umarım bunu tek yaşayan ben değilimdir.
Şu anda bir ormanın derinliklerinde koşuyorum etrafımdan anlayabildiğim kadarıyla. İlerde bir yerden çıkan duman görüyorum. Sanırım kasaba gibi bir yere yaklaşıyorum. Buna sevindim çünkü durumumu açıklayabilecek, bana yardımcı olabilecek birilerini bulabilirim. Birden ayağım bir taşa takıldı ve yere düştüm. Ama ellerim, yüzüm ya da herhangi bir yerim yerle buluşmadı. Sanki bir boşlukta düşüyordum; döndüm, döndüm ve döndüm. Ve o beklenen yerle buluşma anı geldi. Ancak ben yine başa dönmüştüm. Tekrar ormanın derinliklerinde koşarken buldum kendimi. Yine duman gördüm, yine taşa takıldım ve yine uzun süren düşüşten sonra başa döndüm. Bu döngü birkaç kere daha tekrarlandı ancak artık beni sıkmaya başlamıştı.
Tekrar başladım koşmaya. Bu sefer daha dikkatli olacaktım. O taşa takılmayacak ve o kasabaya varacaktım. Ya da ben öyle düşünüyordum. Tam her seferinde takılıp başa döndüğüm kısma geldiğimde zıpladım ve taşa takılmadan devam ettim. Başarmıştım, artık kasabaya varabilirdim. Bir süre daha koştuktan sonra kasabaya vardım. Fakat bu kasaba sanırım yıllar önce terk edilmişti. Lanet olsun neredeydim ben böyle? Daha sonra ileride ışığı yanan bir kilise gördüm. Her ne kadar izlediğim korku filmlerinden öyle yerlere girmemem gerektiği gibi dersler çıkarsam da bu sefer başka bir şansım yoktu. Önüme çıkan her fırsatı değerlendirmeliydim.
Kilisenin kapısını açtığımda içeriden gelen yoğun rutubet kokusu yüzümü buruşturmama sebep oldu. Kokuya alıştıktan sonra içeriye bir göz attım. Burası hiç de terk edilmiş gibi gözükmüyordu. Yaşam izleri vardı. Bir kapı gördüğümde hızlıca gidip tıklattım. Ses gelmeyince açtım ancak açar açmaz bana silah doğrultmuş 3 asker kızgın bir şekilde bana bakıyordu. Sanırım o sırada benim kim olduğumu ya da onları nasıl bulduğumu sorguluyorlardı kendi kafalarında. Onların bir şey sormalarına fırsat vermeden başımdan geçen her şeyi anlattım. Beni çok umursamış gibi durmuyorlardı. Umarım konuştuğum dili biliyorlardır. Çünkü şu an gerçekten nerede olduğumu bilmiyorum. Ardından gözümü siyah bir kumaş parçasıyla kapattılar. Sanırım çok gizli bir yere gidiyorduk. Aklımda birçok soru vardı: terk edilmiş bir kasabada bu insanların ne işi vardı, beni nereye götürüyorlardı ve bana ne yapacaklardı?
Tahminimce 15-20 dakikalık bir yürüyüşten sonra büyük bir kapının açıldığını ve içeriye girdiğimizi anladım. Buraya varmadan önce de bayağı bir koştuğum için gerçekten çok yorgundum, bir an önce bir yerlere oturmak istiyordum. Havanın daha da rutubetli olduğunu fazlaca terlememden anlamıştım. Kesinlikle kiliseden bambaşka bir ortamdaydık. Bir süre sonra gözümdeki kumaş parçası açıldı. Kumaş parçasının açılmasıyla ben de gözlerimi açtım ve gözlerimi açtığımda gördüklerime inanamadım. Şu an devasa bir yeraltı dünyasındaydık. Yerin tahmin edemeyeceğim kadar altındaydık. Her katta düzgün ışıklandırma vardı ve kasabaya kıyasla çok daha modern gözüküyordu.
Etrafı incelemem bittikten sonra beni bekleyen iri yapılı, yarı kel kafalı adama döndüm. Tam askerlere anlattığımı ona da anlatmaya başlayacaktım ki o söze girdi. Benim hikayemi ona anlattıklarını, büyük ihtimalle kaybolduğumu ve yediğim zehirli bir bitkiden dolayı hafızamın bir kısmını kaybettiğimi fakat endişelenmemem gerektiğini, artık onlarla kalabileceğimi söyledi. Ya da laflarımı ağzıma tıktı da diyebiliriz. Daha sonra neden böyle bir yerde yaşadıklarını sorabilme fırsatına sahip oldum. Adam bana kısaca bir savaş durumundan kaçmak için buraya geldiklerini ve artık hayatlarını burada sürdürdüklerini söyledi.
Yine peşimizden atlı koşturuyormuş gibi bir telaşla askerlerden biri beni oda diye adlandırdıkları fakat hapishane koğuşundan farkı olmayan bir yere getirdi. Askerle ne kadar konuşmaya çalışsam da bana cevap vermiyordu. Ben de buradaki durumun böyle olduğunu, zamanla alışacağımı söylüyordum kendime. Burada kalmaktan başka bir şansım yoktu. Dışarı çıkınca beni nelerin bekleyeceğini bilemezdim. Her şeyin zamanla oturacağını düşünüyordum ancak aklımda bir soru kalmıştı:
Madem bir yiyecek yüzünden eskiyi hatırlayamıyordum ve kendimi kaybolmuş hissediyordum; neden her taşa takılıp düştüğümde yaptığım şeyler tekrardan başa sarıyordu?