Kostas Efendi iri yarı bir adamdı. Kızıla yakın sarı sakalları ve saçları, masmavi de gözleri vardı. Boylu poslu, şık ve çekici bir adamdı. Cüssesinin büyüklüğüyle biraz da hoyrattı kendileri. Çok düşünmezlerdi zaten başka kimseleri ve dediklerini. Tevekkeli bilirlerdi kendileri bu dünyaya başkalarının sözlerini dinlemek için gelmediklerini. Büyükada’da yaşardı bu Kostas Efendi. Dört katlı bir apartmanın en üst iki katı ona aitti. Bahçe çiçekleri yerine gökyüzünün çiçeklerini, yıldızları, tercih ederim bu yüzden yukardayım demişti sorulduğunda nedeni. Balkonunda saksılar, teneke bir masa ve iki de sandalyesi vardı. Saksılarındaki mor ve pembe çiçekler balkonundan aşağıya sarkıyor bazısı da evin duvarını kaplıyordu. Denize nazırdı bir de evi. Tuvaletini yaparken bile denizi görebildiğini iddia ediyordu. Güneşin denizden batışını balkonunda rakısını içerken izlemeyi pek seviyordu.
Rum asıllıydı kendileri birçok Büyükada sakini gibi. Sert olmasına rağmen sevilirdi burada. Kırmızı bir bisikleti vardı. Sabah kalkar, bisikletine biner ekmeğini, sütünü alır sepetine koyar geri dönerdi evine. Bir avuç da şeker alır yolda karşılaştığı çocuklara hediye ederdi. Bazen de çiçek alır koyardı sepetine. Yolda karşılaştığı kadınlara armağan ederdi. Konu kadınlara gelince incecik oluverirdi, o koca adamın içinde böyle biri mi var derdiniz. Hiç âşık olup olmadığı sorulduğunda, oldum tabii aşığım da hala, denize, deryaya; semaya yıldızlara, derdi.
Ee bu kadar deniz tutkunu bir insanın yelkenlisi de vardı tabi. Öyle vardakosta bir yelkenli değildi. Güzel olmasına güzeldi ancak küçük bir yelkenliydi devasa değildi. Yelkenlisine biner balık tutar geri gelirdi. Tuttuğu balıkları balıkçılara bazen satar bazen de armağan ederdi. Severdi balıkçılar Kostas Efendinin tuttuğu balıkları. Taze, büyük ve güzel balıklardı bunlar. Değişik yerlerden tuttuğu için de kimsenin tuttuğu balıklara benzemezdi. Kış geldiğinde Kadıköy iskelesine gelir meyhanelere gider çok dağıtmadan ortalığı vapurla geri dönerdi evine. Kışın hiç çekilmiyor Büyükada derdi. Çok yakın bir tanıdığının yalısı vardı Beşiktaş’ta. Kış geldi mi gidiverirdi yanına. Sohbet muhabbet zemheri günleri geçirirdi onunla. Galata, Beyoğlu gezerlerdi karın içinde. Güzel vakit geçirmesini bilirdi Kostas Efendi. Hayattan haz alırdı, severdi yaşamayı. Ehlikeyif bir kişiliği olması da cabası.
Bir yaz vakti yine yelkenlisinden inip evine dönerken bir hanımefendi çarptı gözüne. Ama ne hanımefendi. Kostas Efendi daha öncesinde böyle efsunkar bir hanımefendi görmediğini düşünmüştü. Lüleli kahverengi saçları yeşil gözleri vardı. Açık tenliydi bu kadın ve İstanbullu olduğu her halinden belliydi. Büyükada’ya kuvvetle muhtemel gezmek için gelmişti. Yemeğini yiyip dondurmasını alıp dönecek gibi bir hali vardı.
Hemencecik gitti kadının yanı başına Kostas Efendi. Bir tutam latife ve bir tutam flörtle etkilemişti kadını. Hava kararmış karınlar acıkmıştı. Fırsattan istifade sordu güzel kadına, bu güzel akşamda benimle yemek yemeyi lütfeder misiniz? Kadın tebessüm etti. Elbette, ne güzel fikir öyle, dedi. Yavaşça yürüyerek gittiler deniz kenarındaki balıkçılara. Sofra donatıldı rakılar dolduruldu. Mezgit, karides ve ardından midye tava… Böyle bolahenk bir kadın olduğu için çok etkilenmişti Kostas Efendi. Vakit iyicene geç olmuştu. Son vapur da kaçmıştı ve kimse düşünmemişti nasıl gidecekti kadıncağız buradan oraya? Kostas Efendinin aklına hemen güzel kızı, yelkenlisi, geldi. Sizi bırakabilirim isterseniz, dedi. Kadın sevinmişti, size zahmet olmayacaksa niçin olmasın, dedi. O gece yıldızlar da pek bir parlaktı. Kostas Efendi yelkenlisini durdurdu ve yelkenlinin kıç kısmını gösterdi, buraya uzanınca yıldızlar pek bir güzel gözükür, dedi. Kadın uzanalım o zaman dedi ve uzandı Kostas da yanına. Gökyzünü izlerken Kostas sağ elini kaldırdı ve bu küçük ayı bu da büyüğü, dedi. Kadın gülümsedi, o zaman bu yıldızlar bizim olsun dedi. İşte tam o anda namütenahi aşk başlamıştı.