İş çıkışı sahilde yürümek istedim. Rüzgâr tatlı tatlı yüzümü okşarken içim huzurla doldu. Denizin yüzeyinde sektirmek için yerden bir taş almak için eğildiğimde içimde birden hayatla ilgili her şeye karşı bir tiksinti belirdi ve biraz önce almaya yeltendiğim taşa olanca gücümle bir tekme attım. Birden kalbimin hızlandığını, ateşimin çıktığını, ellerimin titrediğini ve midemden yukarı tırmanan bir yumruğun gelip tam boğazıma oturduğunu hissettim. Artık gökyüzü mavi değildi, denizin rengi çamurumsu bir hal almıştı, dalgalar gittikçe yükseliyordu; adeta beni ve tüm mutluluğumu yutmuştu. Kasvetli fırtına yaklaşıyordu.
Etrafımdaki insanlar ise sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi sakin yürüyüşlerine devam ediyor, balık tutanlar hafif uyuklar vaziyette oltalarını bekliyordu. Hepsi de çok sinir bozucuydu. Hele hemen yakındaki parktaki ağacın altında piknik yapanların keyfine, kaydıraktan kayan, salıncağa binen çocukların neşesine ne demeli! Ben bu kadar öfkeli ve mutsuzken nasıl bu kadar kayıtsız ve mutlu olabilirlerdi. O anda fark ettim ki o insanlar yaşıyordu. Ben ise yaşıyormuş gibi yapıyordum. Artık buna bir dur demem gerekiyordu.
Aklıma ilk gelen ofisime koşmak oldu. Babamın zoruyla okuduğum hukuk fakültesinden sonra tanıdıklarının ortak olduğu bu firmada işe başlamama gene babam önayak olmuştu. Okul güzeldi, iyi arkadaşlar edindim. Ama her sabah ayaklarımı sürüyerek geldiğim bu ofisin ciddi ve kasvetli havası beni boğuyordu. Böyle olunca hem işimden hem işyerimden hem de iş arkadaşlarımdan nefret ediyor ancak sosyal ilişkiler gereği seviyormuş gibi davranıyordum. Artık bir saniye daha tahammül edemeyeceğim odama koştum. Herkesin şaşkın bakışları arasında çekmecelerimdeki bütün dosyaları konfeti gibi havaya fırlattım. Sayfalar tek tek dökülürken sadece üniversite ambleminin olduğu kahve kupamı aldım, kapıyı çarpıp çıktım.
Dışarda derin bir nefes aldım ama hava hala karanlık ve rüzgarlıydı. Sanki sadece benim tepemde bir kara bulut dolaşıyor, bütün negatif yükünü bana boşaltıyordu. Yani hala tam olarak rahatlamamıştım. Şimdi sırada eve gidip, subay emeklisi babam ve artık tek derdi torun torba sevmek için ilk fırsatta beni evlendirmek olan annemle yüzleşmek vardı. Öyle ya, ikisi de tarihe ve arkeolojiye olan ilgimi çok iyi bilmesine rağmen “Nasıl para kazanacaksın? Seni hukukta boşuna mı okuttuk? Bak Cevdet Amcanların şirketinde yerin hazır, daha neyi düşünüyorsun? Hem onlara da söz verdik!” diyenler onlar değil miydi? Beni kendi halime bıraksalar belki ilk kara geçişini gerçekleştirmek için Ernest Shackleton liderliğinde Antarktika’ya doğru yola çıkan ancak 1915’te buz kütlesinde sıkışıp Weddell Denizi’nde batan Endurance adlı geminin enkazını bulan ekipte ben de olacaktım.
Ya da Akalarla Truvalılar arasında 10 yıl sürdüğü söylenen Truva Savaşı’nı betimleyen 120 metrekarelik büyük bir Roma mozaiğini benim liderlik ettiğim bir arkeolog grubu tarafından Suriye’de keşfedilerek dünyada sergilendiğini benden duyacaklardı…Ama olamadı.
Bunları düşündükçe mutsuzluğum, hayal kırıklığım, öfkem daha da arttı. Ama şimdi kendime daha çok kızıyordum. Belki de zamanında onaylıyormuş gibi yaptığım, kolaya kaçtığım ve kendimi daha net ve kesin ifade etmediğim için kendimden nefret ediyordum. Apartmana geldiğimde merdivenleri üçer beşer çıktım. Anahtarımla kapıyı açtım, doğru odama yöneldim. Annemle babamın şaşkın ve meraklı bakışları arasında küçük bir valize birkaç parça eşya tıkıştırdım, kapıya yöneldim. Babamın otoriter ama bir o kadar da meraklı “Nereye?” sorusuna arkama bakmadan “Kendimi bulmaya” dedim, çıktım.
Kaynak: