Sıcak bir yaz gününde, evimizde bir koşuşturma… İstanbul’a gitmek için hazırlık yapıyorduk. Daha önce bir defa gittiğim İstanbul’u çok sevmemiştim çünkü her yer Araplar ve çarşaflı karılarla doluydu. Ama bu sefer daha olumlu bakmaya çalışacaktım çarşaflılara çünkü oradaki akrabalarımızda 2 gün kalmaya ve gezmeye gidiyorduk, neler olacağından haberimiz olmadan.
Yola erken çıkmanın daha avantajlı olacağını düşünen annem, beni sabahın 4’ünde ayağa dikmişti bavulumu hazırlamam için. Ben de n’apayım, kalktım ve bavulumu hazırladım. Ardından hemen üstümüzü giyindik ve havalimanına yapılan yeni yapılan metro hattı ile havalimanına gittik.
Orada bizi hiç de beklemediğimiz bir kalabalık karşıladı. Her yer iş insanları ve bizim gibi seyahate çıkacak olan insanlarla doluydu. Girişteki kontrollerden geçtik, iki bavulumuzu da verdik ve uçağımızın kapısına gittik. Oturacak yer olmadığı için ayakta yarım saat bekledik ve en sonunda uçağın kalkış saati geldi ve 140 kişi uçağa doluştuk. Banddan anonslar yapıldı ve uçak biz bindikten yirmi dakika sonra kalktı ve 1 saatten az bir süre sonra Sabiha Gökçen’e indi.
Havalimanı beklediğimizden de kalabalık çıktı. Her yer insan, adım atacak yer yok yahu! Binlerce insanın arasından yolumuzu bir şekilde bulduk ve bavullarımızı aldığımız gibi çıkışı bulduk ve attık kendimizi sokağa. O sırada bizi gören bir taksici bize korna çaldı ve bizi, bu topraklara aşina olmayan iki insanı, arabasına bindirdi, bavulları yükledi ve arabada üçümüz, gideceğimiz adrese doğru yola çıktık.
Dünyanın neresine gidersem gideyim, bu kadar büyük insan topluluklarıyla karşılaşacağımı düşünmezdim. Nasıl bir yerdi burası? Vallahi yabancılara hak veriyorum, ben de bir yabancı olsaydım ve buraya gelseydim burayı kesinlikle buranın başkenti sanardım.
Yolculuğumuz iki saat sürdü ama her ne olursa olsun, milyonlarca insanın arasından sıyrılıp sakin bir caddeye çıkmak insanın bir rahatlamasına neden oluyordu. Yolları ayıran ortadaki bariyerin üstündeki sıra sıra ağaçlar, güzel bir peyzaj, cıvıl cıvıl öten kuşlar, hafiften yağan yağmur…
Ama önemli bir sorunumuz vardı: Bavullardan biri, benim bavulum, bagajdan çıkmadı! Tabii ki de sinirlerim tepeme çıktı ve taksiciye bağırmaya başladım:”Nasıl olur da bagajımı unutursunuz! Nasıl olur da bagajımı unutursunuz!”. Annem de benden aşağı kaldı mı? Tabii ki hayır: Taksiciye, artık başının belada olduğunu, kendinden şikayetçi olacağını ve bavulu bizzat onun arayacağını belirtti. Taksici ise kem küm ederek arabaya bindi tam gaz köşeden dönüp kayboldu.
Bizim bağırışmalarımızı duyan teyzemgiller de olayın hemen ardından aşağı indiler. Hiç de güzel bir karşılaşma olmamış olsa da selamlaştık ve yukarı çıktık.
Annemin ilk işi montu üstündeyken polisi aramak oldu. Sesi titreyerek nasıl bir bavul olduğunu, en son nerede olduğunu ve bulduklarında karakola gelip alabileceğimizi söyledi ve telefonu kapattı. Sesi titriyordu çünkü kıyafetten önemlisi, bavulda bilgisayarımız vardı. Bilgisayarın kendisine değil, içindeki fotoğraflara önem verdiği için annem, telaşa kapılmış, soluk soluğa kalmış bir halde daireler çizerek yürüyor, durmak bilmiyordu. Of Allah’ım ya…
Tabii ki bu sinir bozucu olayın sonucunda annem şehri gezmekten vazgeçmiş, elinden bir şey gelmeyeceğini anladığı için evde oturma kararı almıştı. Hayatımın en uzun iki günü bu ikisiydi sanırım.
Üzücü bir tatilin ardından geri dönüş günü geldi ama bavulumuzdan hala bir ses soluk yoktu. Annem polislerin bavulu biz gitmeden, 3-4 saat içinde, bulabileceklerine inanmadığı için acil olmayan polis hattını aradı ve bavulu bulduklarında teyzemlere teslim edilmesini rica etti. Ardından bavulumuzu aldık ve havalimanına gittik. Ankara’da yaptığımız işlemlerin aynısını yaptıktan sonra uçağa biniyorduk ki polisler bizi buldu ve kayıp çantamızı teslim etti. Teşekkür edip Check-In’e gittik ve diğer valizimizi verip uçağa koştuk. Bagaja ne olduğuna bakacak zamanımız yoktu.
İkimiz de mutlu mutlu döndük Ankara’ya. Özlemişim vallahi evimi! Üstümüzü değiştik ve oturduk koltuklara. Seyahat dönüşü o kadar yorgundum ki hiçbir şey yapmamaya kararlıydım. Bir ara yerimden kalktım ve bavulumu boşaltmaya niyetlendim. İşte o anda bagajın ağzından renkli tüyler çıktığını gördüm. Bagajı tamamen açtığımda ise karşımda bir kedi duruyordu! Tabii ki olayın verdiği şok ile bir çığlık attım, ardından anneme seslendim ve tepkisini bekledim. O da benimle aynı tepkiyi verdi. Biz valizden uzaklaştıkça kedi bize yaklaşmaya başladı, işte o zaman anladık ki o bir ev kedisi. Kediyi kucakladığımız gibi karakola gittik.
Polislerin dediğine göre oradan geçen biri valizi almış, evine, Eminönü’ne, götürmüş, kedisini tıktığı gibi sokağa atmış. Zanlı nezarette bir gece geçirmiş ve ertesi sabah salmışlar adamı. Kedisinden kurtulmak için yapmış meğerse. O yüzden de polisler kediyi barınağa vereceklerdi ama ben sahiplenmek istedim. İşte, Melodi ile de böyle tanışmış olduk.