Medeniyet Yolunda

Uyandı, etraf ışıl ışıldı, herhalde saat öğlene varmak üzereydi. Gözlerini kırpıştırarak kalktı ve ayılmak için çoktan sönmüş ateşin etrafında birkaç tur attı. Diğerleri çoktan ava gitmiş olmalıydı, belki nehre doğru yürürse annesini ve kız kardeşlerini bulabilirdi. Ama önce karnını doyurmalıydı. Güneşten kızarmış tenine göz gezdirdi, kabilesinin yerleştiği çadırlık alanda dolaşmaya başladı. Tam o sırada Zuri Ana’nın şifacıların çadırından çıktığını gördü. Olanlardan bihaber, Zuri Ana’ya el salladı ve çadıra doğru koştu.

“Gelme, sakın yaklaşma Adwin!” diye feryat etti küçük bir kız sesi. Adwin’in en küçük kardeşi Auko’ydı bunu diyen; önceki gece ateşler içinde kıvranmaya başlamıştı, hızla su ve mineral kaybediyordu. “Aukooo, iyi misin?” diye bağırdı Adwin, çadıra girmemek için kendini zar zor tutarken. Zuri Ana belinden kavradı Adwin’i, oradan uzaklaştırdı: “Merak etme küçüğüm, herkes elinden geleni yapıyor.” dedi. “Senin hiç ödevin yok mu, niye bir şeyler okuyarak kafanı dağıtmıyorsun?” diye de ekledi. Adwin birden sinirlendi, gözleri doldu; kardeşi o haldeyken nasıl başka bir şeyi düşünebilir, nasıl ödev yapardı.

Son zamanlardaki en güzel, en iç açıcı öğlendi. Çadırın altında oturdu ve gökyüzünü izledi, annesini bulmalıydı ve diğer kardeşlerini. Kim bilir babası hangi uzak diyarda, hangi hayvanların peşindeydi. Pineklediği yerden kalktı ve nehre doğru yavaş yavaş yürümeye başladı. Güneş batarken onları bulabildi. Üzerlerine bir yağmur bulutu çökmüştü sanki, çıt çıkmıyordu kimseden. Ancak döndüklerinde neşeleri bir hayli yerine gelecekti.

Bir şölen havası vardı meydanda, avcılar geri dönmüştü hem de aylarca yetecek kadar etle. Büyük bir ateş yakıldı ve herkes rahatladı. O geceliğine Auko’yu ailesi dışındaki herkes unuttu, bir tek annesi başında oturup bekledi. Geriye kalanlar tıka basa yediler içtiler ve bu büyük ziyafetten geriye kalanları tuzlayıp saklamak için saatlerce çalıştılar.

Ertesi sabah Adwin, hayatında ilk defa, şafak vaktinde uyandı. Hemen Auko’nun yanına koştu ama ne annesi ne de Auko oradaydı. Zuri Ana’nın çadırına koştu, orası da bomboştu. Meydanda endişeyle volta atmaya başladı, aklından binbir türlü kötü düşünce geçiyordu. Bu hâlde ne kadar zaman geçirdi bilinmez ama annesi gelip de ona her şeyi açıkladığında ne kadar yorgun ve bitkin olduğunu fark etti.

Haberler Adwin’in aklından geçenlerden çok da farksız değildi. Kabilenin yüzde doksanı akşamki şölenden sonra rahatsızlanmış, tıpkı Auko gibi ateşler içinde kıvranmaya başlamıştı. Bu yüzden de herkes nehrin başında bolca su doldurmaya çalışıyordu. Auko’nun durumu ise şu anlık stabildi. Adwin ah vah edecek zamanının olmadığını biliyordu, kilometrelerce uzaklıktaki sağlık ocağına gidip bir an önce hemşire çağırması gerekiyordu.

Annesinin itirazlarına rağmen hemen yola çıktı, yanına okulda verdikleri birkaç kitabı da aldı, belki oradaki hikayeleri okuyarak rahatlardı. Hemşireyi bulana kadar günlerce yürüdü, geceleri kaygıyla uyudu, kardeşini düşünmeden edemiyordu. Nihayetinde hemşireyle birlikte çadırlık alana döndüklerinde ortalıkta yoğun bir yas havası vardı; meydanda aralıksız yanan ateş sönmüş, tarlalardaki ekinler susuzluktan boynunu bükmüştü.

Korkarak adımını attı meydana, en son gördüğünden beri on yaş almış gibi duran Zuri Ana’ya yaklaştı. Adwin ne olduğunu soramadan Zuri Ana anlattı: “Başımız sağ olsun evlat, nerdeyse tüm canlarımızı bu illete kaybettik, bir tek ben ve bu küçük kız Amara kaldı.”. Adwin gözyaşları içinde boğuldu, bir süre kendini bilmeden yattı. Gözlerini açtığı ilk andan itibaren ne yapacağını biliyordu. O da- okuduğu kitapta anlatıldığı üzere- Kristof Kolomb gibi uzak diyarlara açılmak ve yeni yerler keşfetmek istiyordu. Medeniyeti getirmeliydi topraklarına, bu şekilde oturup kabullenemezdi kaderini.

Hayatı boyunca tek bir gün bile durmadı, önce gemiyle Anadolu’ya geçti, farklı medeniyetlerin tarihini öğrendi, ticaretle uğraşarak bir miktar para biriktirdi. Sonra Balkanlar’ı gördü, Avrupa’nın her yerini karış karış gezdi. Vatanında yiyecek bulmak ve ekin yetiştirmek için verdikleri mücadeleyi hatırladı, burada insanların buharı makine dedikleri değişik aletleri vardı. Bırak yiyecek üretmeyi dokuma yapmak bile kolaydı onlar için. En son İngiltere’ye gitti, dönemin ihtişamlı İngiliz İmparatorluğu’nu tanıdı ve nihayet topraklarının niye bu kadar geride olduğunu anladı. Emperyalizmi zaten biliyordu, küçükken birkaç beyaz adam ona zorla İngilizce konuşturttuğunda öğrenmişti ama gerçek hiçbir zaman yüzüne burada geçirdiği zamanki kadar açıkça vurulmamıştı.

Yıllar süren bu yolculukla iyiden iyiye yaşlandı Adwin, yabancı topraklarda bir başına ölmek istemiyor, memleketini son bir kez görmek istiyordu. Yaşamının son haftasını yollarda geçirdi ve geri döndüğünde bir yıkıntıdan fazlasını görmeyi beklemiyordu. Çok muhtemel İngilizler veyahut Fransızlar ortalığın altını üstüne getirmiş olmalıydı. Ancak Adwin fazlasıyla yanılıyordu. O küçük kız Amara; azmiyle civardaki tüm hayatta kalanları toplamış, kulübeden farksız olan okulu tanınmayacak hâle getirmiş, meydanı kakao ağaçlarıyla çevrelemişti. Maalesef Adwin’in ömrü burada ne zaman geçirmeye ne de Amara’ya tüm bunları nasıl başardığını sormaya yetmedi ama manzarayı uzaktan gördüğündeki mutluluğu bir ömre bedeldi.

(Visited 12 times, 1 visits today)