Güneş tam tepede iken yüzlerini göğe çevirmiş sapsarı ayçiçekleri arasında seyahat eden otobüs mola vermek için yolun kenarındaki eski bir dinlenme tesisinde durdu. Yolcular teker teker kendilerini binanın içine attılar, kimisi uyuşuk uyuşuk yürürken merdivene takıldı, kimisi hemen güzel bir manzara bulup fotoğraf çekmeye gitti. Aralarında bir yolcu vardı ki diğerlerinden ayrıldı, ıssız yolun kenarında durdu. Uzaklardaki çayırlardan buralara kadar gelen rüzgarın papatya ve hanımeli kokusuyla bezediği havayı içine çekti önce, ardından yolun biraz sonra onları götüreceği heybetli bir dağa özlem dolu gözlerle baktı. Şoför tüm yolcular inince otobüsten çıkmış boş bakışlarla etrafını süzüyordu. Birden yolun kenarında yalnız başına duran bir adam dikkatini çekti. Ağır adımlarla adama yaklaştı, amacı mola boyunca avare avare dolaşmaktansa kısa bir sohbet etmekti, belki böylece kendini daha iyi hissederdi.
“Merhaba.” dedi şoför. “Merhaba.” dedi adam aniden kafasını şoföre çevirerek. “Buralısınız galiba,” diye devam etti şoför, “bu günlerde insanlar böyle ıssız yerlerde kendilerini daha rahat hissediyorlar sanırım. O kadar çok turist geliyor ki. Fakat siz ne fotoğraf çektiniz, ne kılavuzu dinlediniz. Buraları biliyor gibisiniz.” Adam hafifçe gülümsedi, başını öne eğdi. “Evet, buralıyım diyebilirim. Şu dağı görüyor musunuz?” – eliyle yolun uzandığı dağı işaret etti – “İşte tam o dağın ardında bir köy vardır. Ben orada doğup büyüdüm. Buraları avucumun içi gibi bilirim. Şimdi ise yurduma geri dönüyorum.” Şoför bilmiş bilmiş başını salladı, “Biraz anlat bakalım, ne diye gittin, ne diye dönüyorsun. Öykünü merak ettim.” dedi. Adam istemeyerek de olsa şu geveze şoförü başımdan savayım düşüncesiyle anlatmaya başladı: “ Bizim köyümüz dağların arasındadır, oraya giden ne bir köprü ne bir geçit vardır. El değmemiş kaynaklarımız dereleri besler, onlar da tarlaları. Biz toprağa bir verir bin alırız, öyle bereketlidir benim köyüm. Geniş çayırlarında yaz melteminde uzanmak vardır, soğuk derelerde yüzmek. Güneş yükselirken dağın ardından, gümüşi sisin üstünde uyanmak vardır.”
“Bin bir çeşit çiçeğin üzerinde arıları görürsün sonra, doruklarda gezen kartalları, yamaçlarda süzülen doğanları fark edersin, yavaşça ve hafifçe toprağın üstünde dans eden yağmuru dinlersin, temiz havayı içine çekersin sonra. Benim köyüm böyledir işte bereketlidir, bolluk içindedir. Fakat iyi hatırlarım, ben doğalı yirmi kış geçmişti yağmur yağmayan, toprakta ot bitmeyen o kıtlık başladığında. Ekinler soldu, dereler kurudu, toprak bir daha ürün yetiştirmez oldu. Benim gibiler – gençler – büyük şehirlere göçtü, yaşlılar yurtlarında öldü. Sonra, şehrin uzun, beton binalarıyla tanıştım, zehirli gaz soluyan yollarıyla tanıştım. Ayağımın toprağa değmediği yerlerde dolaştım, küçücük ofis odalarında, kocaman plazalarda çalıştım fakat hiç unutmadım; çocukluğumun geçtiği o köyü aklımdan çıkarmadım, çıkaramadım. Her gün yurdumu özledim, geri dönmek için gün saydım. Fakat beş sene boyunca beyhude uğraşlarım sonuç vermedi. Ne çayırları, ne dereleri, ne de o heybetli dağları görebildim bir daha. Ta ki şu ana kadar. İnan ki anladım, hiç değerini bilememişim, bir gün elimden kayar gider diye düşünmemişim. İşte o zaman öğrendim: Bir şeyin kıymeti, o şeyin yokluğunun çokluğu ile artar. Ne azsa o kıymetlidir, ne uzaksa onu arar insan.”