Masa başında akıp giden hayat

“En büyük, en şerefli eserimiz doğru dürüst yaşamaktır. Geri kalan her şey, başa geçmek, para yapmak, binalar kurmak, nihayet ufak tefek eklentiler, yollardır.” demiş Montaigne. Sizce de öyle değil mi, kendimizi sorumluluklarımıza öyle kaptırıyoruz ki ne hayatın akıp gittiğini fark ediyoruz ne de anı yaşamayı unuttuğumuzu.

 

Maalesef dünya popülasyonunun büyük bir bölümü için geçerli bu. Haftalık mesai saatlerine baktığımızda başını Japonya’nın çektiği birçok ülkede o kadar uzun saatler çalışılıyor ki insanların ilgilendiği bir sosyal aktivite yok, modern yalnızlık oranı fazlasıyla yüksek ve insanlar hayatlarını ofislerde, hareketsiz, tek başlarına geçirip bir nevi boşa yaşıyorlar. Tabi ki çalışmak önemli bir değer fakat sizce de her şey ölçülü yapılmamalı mıdır?

 

İnsan sosyal bir varlık, yaşamak için diğer insanlara ihtiyaç duyuyor. Kendini yenilemesi için dışarı çıkıp insanlarla etkileşime girmeli gezmeli, kendi benliğiyle baş başa kalıp öz eleştiri yapması gerekiyor. Çıkıp hafta içi de olsa spor yapması, temiz hava alması gerekiyor. Mutlu olduğu işleri yapması gerekiyor. Hem mutlu insan daha üretken insandır dememişler mi? Ofise sabah girip tüm gününü orada geçirip geç saatlerde yorgun argın direkt evine dönen, uyuyan ve sürekli aynı döngüyü tekrarlayan insanlar ne kadar süre böyle devam edebilir ki? Bir süre sonra insan motivasyonunu yitirir, gerek psikolojik gerek fiziksel sorunlar yaşamaya başlar ve çalışma verimi düşer. Ne kadar saat çalışırsa çalışsın insan kapasitesinin alabileceği limiti geçtiğinde çalışmanın bir anlamı bile kalmaz.

 

Tabi ki dünyada uzun saatler çalışmanın normal görüldüğü ülkeler varken insanların hayatı dopdolu yaşaması için çalışan devletler de var. Bu ülkelere en güzel örneklerden biri de Finlandiya. Başbakan Marin ülkede çalışma saatleri ile ilgili bazı değişmeler yapıyor ve bir değişim de çalışma saatlerinin günlük 8 saatten az olması. Gelelim bu değişimin yaratabileceği sonuçlara. Günde 7 saat çalışan bir insan ile günde 12 saat çalışan bir insanı kıyaslayalım birlikte. Günde 7 saat çalışan bir insan işten çıktıktan sonra kendine ayıracak vakti olur, ailesiyle daha fazla zaman geçirebilir, bir hobisine ayıracak vakti bulabilir, sinemaya, tiyatroya vs. gidebilir. Yani aslında kendini bir nevi deşarj etmiş olur. Gelecek güne de daha farklı bir enerji ve motivasyonla başlar. Peki 12 saat çalışan insan? Gününün zaten yarısında çalışmıştır, ulaşımla geçirdiği zaman dışında yemek yedikten sonra kendine ayırabilecek ne kadar zamanı kalmıştır ki?

 

İşte bu yüzden benim düşünceme göre dünya üzerinde standart bir çalışma saati belirlenmeli. Sonuçta ırk, dil, din fark etmeksizin hepimiz insanız ve hepimizin hayatın güzelliklerini keşfetme ve içsel mutluluğu bulma hakkı var. Ayrıca Japonya gibi çalışma saatlerinin gerçekten de uzun olduğu ülkelere baktığımızda intihar oranlarının hayli yüksek bir seviyede olduğunu görüyoruz. Depresyon, anksiyete, bipolar bozukluk gibi hastalıklar da cabası. Hatta çalışma saatlerinin baskısı öyle bir boyuta geldi ki Japonya’da artık bir Yalnızlık Bakanı bile var! Tetsushi Sakamoto adlı bakan sosyal izolasyon, yalnızlık ve stres gibi sorunlara çözüm bulmak istediğinden bahsederek görevine başladı. İnanılır gibi değil…

 

Toparlayacak olursak dünya genelinde belirli bir çalışma saati dünyanın daha adaletli ve sağlıklı bir hale gelmesine öncülük edebilir. Dünya’nın bir tarafındaki insanlar makul miktarda çalışıp her şeyi yapmaya zaman bulurken diğer tarafındaki insanların bir şeyler yapmaya zaman bulamamaları hatta uyumaları gereken saatlerde bile stres kaynaklı uykusuzluk çekmeleri adaletsizliği standart çalışma saatleri ile çözüme kavuşabilir. Böylece dünya herkes için daha renkli bir hal alabilir.

(Visited 59 times, 1 visits today)