Mars’ta Bir Uygarlık

Kafamızı kaldırınca gördüğümüz ama ne denli büyük olduklarını anlamadığımız yegâne topluluklar, yıldızlar. “Gökyüzünde ne çok yıldız var, biri parlak biri ürkek biri yalnız diğeri sanki burada…” demiş Pinhani. Peki bu yıldızlar ne? Ne dönüyor bu yıldızlarda? Gerçek anlamda aslında bir şeyler dönüyor etraflarında. Gezegen adını verdiğimiz oluşumlar, aynı bizim şu an içinde yaşadığımız Dünya gibi kendi yer çekimsel kuvveti altında toplanmış element, atom sürüleridir. Evrenimizde trilyonlarca hatta katrilyonlarca gezegen bulunmaktadır.  Fakat bizim erişimimizde olan kısmı yalnızda bizim sitemimizde, Güneş Sistemi, sınırlı kalmaktadır. Yani en azından şimdilik… 

İnsanlar varoluşlarından beri kafalarını gökyüzüne ve onun ardına dikmişlerdir. Bu da insana merak duygusunu getirip sorgulatmaya başlatmıştır insanı. Birçok felsefeci, pek çok fizikçi ve sürülerce adını bilmediğimiz ama hayal dünyası bizden geniş olan insanlar… Hepsi birçok şey düşünüp çalışmalar yapmıştır gizemleri bulmak için, ancak uzayda bir objeye ancak 16 Temmuz 1969 tarihinde Amerika sayesinde gidebilmişizdir. Obje dedim çünkü bastıkları şey bir gezegen veya bir asteroid değildi. Bir uyduydu. Dünyamızın ilk ve tek uydusu olan Ay’dı. Bu olay insanın dünyaya geldiği zamandan beri yaşanan en büyük olaylardan biriydi çünkü sonunda kendi gezegenimizin, kendi alışıldığımızın dışına çıktık. Yeni bir boyut bir zihniyete geçti insanlık. Ya uzayda bir gezegen kolonisi kurulabilseydi… 

Eski Martin-Marietta havacılık ve uzay mühendisi Robert Zubrin, 1996 yılında aslında bu düşüncenin temellerini atmıştı ama bildiğimiz ve ayak bastığımız olan uydumuz üzerinde değil, Mars’ı seçti Zubrin. Güneş sistemimizde bulunan bir gezegen. İnsanlar aynı zamanda ona Kızıl Gezegen diyorlar. Kırmızı çeşitli kayalarla oluştuğu ve dışarıdan kırmızı renginde gözüktüğü için insanlar eskiden beri bu ismi kullanmışlar. Peki nedir Mars’ı bu proje için özel kılan? Neden diğer gezegenler değil de Mars? Öncelikle bu sorunun en önemli ve ilk akla gelen cevabı, mesafe. Güneş sistemine en yakın komşu sistemimiz, Alfa Centauri, Güneşten yaklaşık olarak 4,37 ışık yılıdır. Yani ışık hızıyla gidilen 4,37 yıl demek bu! İnsanlığın elinde henüz ışık hızına çıkan bir alet de olmadığı için Güneş sisteminden oraya şu anki teknolojimizle gitmeye çalışsak muhtemelen ömürler sürerdi.  

İkinci olarak ise Dünya’ya olan benzerlik var. Biliyorsunuz bizim yaşadığımız gezegen bizim için tam biçilmiş kaftan. Her özellik olarak. Bizim için adeta puzzle parçalarıymışız gibi. Peki ya Mars Dünyamıza benziyor mu? Bilim insanları marsa gönderdikleri keşif araçlarıyla 28 Eylül 2015’te Mars’ta sıvı halde tuzlu su bulunduğunu açıkladılar. Bu haberle birlikte Mars’ta kolonileşmeyle ilgili olan fikirler git gide arttı. Çünkü su bizim için yaşam demektir. Ve eğer marsta su bulunduysa demek ki bizden önce orada bir uygarlığın bir yaşam türünün yaşıyor olması mümkündü.  

Peki daha gezegenimizin her yerini keşfedememişken Dünyamızdan gitmek doğru bir fikir mi? İnsanlık kendi ayaklarının altında olan Dünya’nın %70ini oluşturan su kaynakları, okyanusların, daha ancak %5ini keşfedebilmişlerdir. Buna rağmen kendi Dünyamızdaki problemlerden çok Dünya dışına servetler harcanması ironik geliyor bana. Dünyamızda onca sorun varken bütün odaklarımızı Dünyaya çevirsek aslında çok daha kısa sürede uzayda kolonileşebiliriz diye düşünüyorum. 

(Visited 24 times, 1 visits today)