Bir mantra tekrarlandığı sürece zihin başka bir şey düşünemez. Ne zaman ki zihin bu mantraya alışır, o zaman hem mantrayı tekrarlayıp hem de başka şeyler düşünebilirsiniz. Bakın deneyin. “Mani pande hum mani pande hum mani pande hum…” Gördünüz mü? Acemi bir zihin mantra tekrarlarken başka bir şey düşünemez. Fakat zihin eğitilebilir, zamanla değiştirilebilir. “Mani pande hum bir iki mani pande hum bir iki üç mani pande hum dört beş altı…”
Yaşlı kadın da acılarıyla baş etmek için saatleri, günleri haftaları saymaya başlamıştı. Saydıkça yenisi ekleniyordu dakikalara, ardı arkası kesilmiyordu saniyelerin… “Kafayı yedi.” dediler ardından “Vah vah” diye üzüldüler. “Varsın üzülsünler, benim kederim bana yeter.” diye geçiştirdi yaşlı kadın da. Ve adımları saymaya başladı ve nefesleri ve uykuları… Her sabah kalkıp çiçeklerini suladı, çiçekleriyle konuştu; sırdaşı, dert arkadaşı çiçeklerdi. Ne var ki çiçekler de solup gitti zamanla; yerlerine yenileri geldi, onlar sulandı, onlar büyütüldü. Her sabah kalkıp penceresini açtı yeni güne, derin nefesler hücum etti ciğerlerine ve hayat birkaç saniyeliğine güzel oldu.
Saçlarına aklar düşeli yıllar olmuştu yaşlı kadının. Yıllarca onları da sevmeyi de öğrenmişti. Yüzündeki kırışıklıkları, yaşanmışlıkların ince çizgilerini… Geçmişte yaşadığı her şey adeta görüntüsüne yeni bir şey katmış ve bugünkü halini oluşturmuştu. Yorgun ellerinin ince parmakları yükseldi ve elmacık kemiklerine dokundu merhametle, bunca yıldan sonra içinde hala kendisine karşı duyduğu zarif bir merhamet vardı. Kendisini sevmişti, hayatı sevmişti yalnızca hayat ona biraz acımasız davranmıştı o kadar. Kızgın değildi hayata, kızgın değildi anılarına. Biraz kırgındı ama kızamıyordu; içinde bir boşluk vardı nihayetinde, acı içinde kıvranıyordu her gün. Yine de neşe, şaşkınlık, öfke gibi acı da bir duyguydu ve duygulardan korkmak zalimce olurdu. Duygularımız olmasaydı bir masadan ne farkımız kalırdı?
Elmacık kemiklerine götürdüğü eliyle yüzünü hafifçe gerdi yaşlı kadın. O genç kadını görmek istedi. O uzun siyah saçlı, deniz mavisi gözlerinde her zaman umut olan zarif kadını görmek istedi. O pembe, kıvrımlı dudakları ve kavisli burnu görmek istedi. Ne ara değişmişti bu kadar? O kadın kimdi, neredeydi? Şimdi burada olsa ona ne derdi? Belli ki gurur duymazdı, inanamazdı fakat yine merhamet gösterirdi; kaşlarını kaldırıp gülümser, büyük bir içtenlikle sarılırdı yaşlı kadına.
Korkuyla ellerini çekti kadın. Nedendi bu korkusu? Gözleri daldı sonra yine. Uyuyordu, uyanıyordu fakat içindeki boşluk yine orada oluyordu. Duvar saatinin sesini dinledi sonra. “Tik tak tik tak tik tak…” Kahvaltı yapmış mıydı bugün? “Tik tak” Hava güneşliydi, dışardan insanların kahkaha sesleri geliyordu. “Tik tak” Krem rengi duvarların boyası dökülmeye başlamıştı “Neyse” diye geçirdi içinden “Kim uğraşacak?” ve devam etti “Tik tak tik tak” Belki o genç kadın burada olsa içli bir keman çalardı. “Tik tak” Ağlardı nihavent acemaşiran. “Tik tak” Geçti mi gün? Akşam oldu mu?
Erkenden uyurdu yaşlı kadın. Erkenden kaçardı düşüncelerinden. Sonra sabah olurdu; uyanır, çiçekleriyle konuşurdu. O sabah çiçekleri tek bir ses bile duymadı. Güneşli bir gündü, insanlar sokaklara dökülmüş gülüşüyorlardı. Krem rengi duvarın boyası dökülüyordu ve duvar saatinden ani bir ses geldi. “Tik tak.” Saat bir daha çalışmadı.