Koca bir kargaşanın sesi dolduruyor beynimi. Ne çok ses var, ne de sessizlik hakim… Yan odadan gelen bozuk bir televizyon karıncalanması gibi her şey. Yıkanmaktan rengi griye dönmüş tişörtümün uzun kollarını katlayıp gözlerimi kapatıyorum. Kapatıyorum ki duyabileyim, kapatayım ki ayırt edebileyim tüm sesleri. Ne kadar saçma bir hareket aslında bu yaptığım, görme duyumu kısıtlamamın duyma kabiliyetimi arttıracağını düşünmek… Yine de bu girişimim sanırım işe yarıyor, martıların acı ile bağıran bir çocuğun feryadına benzer çığlıklarını ve dalgaların kumlara kin güdermişçesine, sertçe çarpmasını ayırt edebiliyorum artık. Bir de rüzgar… Çok şey anlatmak isteyip dili dönmeyen birisi gibi çıkardığı o tiz fakat güçlü ses tırmalıyor kulağımı.
Dışarıya karşı farkındalığımın birden artması ile birlikte adeta transtan çıkmışa dönüyorum. İçime gelen ürperme ile sarsmak istiyorum tüm bedenimi fakat bunun yerine gözlerimi hızlıca açmakla yetiniyorum. Tamamı camdan oluşan duvarım bana dışarıyı izlemem için güzel bir fırsat sunsa da ne yalan söyleyeyim, pek de bakmak gelmiyor içimden. Enginliği her seferinde beni korkutan, sinirli bir biçimde köpürerek hareket eden okyanus bugün daha da bir mavi gözüküyor. Hırçın dalgaları beyaz kumlara vururken ” Bu mavilik pek de hayra alamet değil.” diye geçiriyorum içimden; çünkü ne zaman suyu böyle görsem, bir fırtına kopuyor ardından. Gözlerimi biraz yukarı dikmemle birlikte karşılaştığım gri gökyüzü de bu teorimi destekliyor. O kadar gri ki gökler, bulutlu demek dahi zor. Sanki gökte bulut yok da bulutlarda saklanmış bir gökyüzü var. Hepsi bir bütün haline gelerek insanın göğsüne bir kasvet gibi çöküyor. Gri hiçbir zaman sevdiğim bir renk olmamıştır. Ben her şeyi ya beyaz ya da siyah severim. Griler bulanık gelir bana, midemi bulandırır. Öyle ya da böyle, sanırsam her şeyin mutlak sonu grileşmek: gökyüzü, çiçekler, düşünceler ve hatta insanlar… Çok değil, birkaç ay önce neşeli çocukların masmavi gökyüzü ve tenlerini kıpkırmızı yapan güneşin altında oynarken çıkardıkları sesler ile doldurdukları bu sahilde adeta tüm yalnızlığım ile baş başayım. Bütün o koşuşturmaca, oyun, kahkaha seslerinden daha da gürültülü geliyor bana okyanusun bu çıplak sessizliği. Sanki dağlara konuşsam onlar bile hareket etmeyi kesecekmiş gibi… Hoş, geçtiğimiz aylarda da kalabalığın gürültüsünden rahatsız olurdum. Herhalde benim mutsuzluğumun, söylenmelerimin muhatabı sesler veyahut insanlar değil. Ne zaman camdan dışarı baksam bu manzaraya sahip olmak için ne kadar uğraştığım, bu evi almak için nelerimi feda ettiğim geliyor aklıma. Şimdilerde ise bırak sahilde yürümeyi, dışarıyı izlemeye bile eriniyorum. Sanırım insanın tüm hevesi elde edene kadar. Sahip olduğumuz an anlamsızlaşarak değerini kaybediyor her şey. Ben kafamdaki sesler ile boğulurken ne önemi var karşımdaki okyanusun…
Bazen her şeyi bırakıp kapımı kilitlemeden evden çıkmak, tüm o rüzgarın yüzüme yapıştırdığı saçlarımı bile düzeltmemek ve yavaş adımlarla okyanusun içine doğru yürümek istiyorum. Belki su seviyesi kulaklarımı kapatır, alnımın hizasını geçerse düşüncelerim de kesilir ve biraz olsun rahatlarım. Sonrasında da muhtemelen ciğerlerime dolan su tüm göğsümü yakmaya başlar ve insanoğlunun düşebileceği en acınası vaziyette en ilkel dürtülerimle tek bir nefes için tüm gücümle çırpınır, balıklar için komik bir görüntü ortaya koyarım.
Bucaksız okyanus beni hipnoz etmişken var olmayan televizyonumun karıncaları dolduruyor yine beynimi; martı, rüzgar, deniz, kaos hepsi birbirine karışarak dünyanın en çirkin sonatını oluşturuyor kulaklarımı kanatmak istermişçesine. Hissettiğim dehşet rahatsızlık ile ayağa kalkıyorum ve seri bir hamleyle gerçeklikten beni uzaklaştıracak olan perdeyi çekiyorum. Hiçbir şey görmek, duymak, düşünmek ve hissetmek istemiyorum. Tekrardan gözlerimi kapatıyorum ve sadece kendi nefesimi duymaya çalışıyorum. Derin derin nefes alırken dış dünyayla beni bağlayan ipin koptuğunu hissediyorum ve uykuya dalmadan önce son bir nefes…