Sıcak güneşin,pencelerin arasından,ılık bir rüzgar ile dans edip göz perdelerimi aralamasıyla uyandım o gün.Yüzümü umutla yıkadım,dişlerimidüşlerle fırçaladım.Soğuk bir sonbahar sabahı yurttan alelacele İstanbul’un sokaklarına döküldüm.Pazar günü sahaflarda insan çok bulunur.Alakalı alakasız her yaştan,cinsiyetten insanlar,öğle güneşinin moınoton rengi ve ona kanotrast yapan kızıl yapraklı caddelere çıkarlar.Dışarıdan ne kadar normal gözüksem de ne kadar kalabalığa karışsam daben diğer insanlar gibi düşünmüyordum.Diğerleri hayatta kalmak için onca şeye ihtiyaç duyan kölelerdi.Paraya,sevgiye,eşe,dosta,bilgiye,uykuya,bir tas aşa,bir kap suya ve en önemlisi kendi mutsuzluklarına bağımlıydılar.Ama ben…Ben sadece özgürlüğe bağımlıydım.
Bu hayatta en çok imrendiğim canlılar kuzgunlardı.kendi kendilerine yetebiliyorlardı.bütün bir gök küre onların eviydi.Ne bir aileye ne de paraya ihtiyaçları vardı.Ah bu istanbul’un sokaklarını bir de kuş bakışı görebilsem…kuzgunlar gibi.Bugün dışarı çıkmamın sebebi de kuzgunlardı.en sevdiğim şair Edgar Allan Poe’nun bir kitabını aylardır arıyordum.Ümitsiz bir şekilde vitrinleri gezdim.Minik sahafların vitrin camlarında kambur yansımamı gördüm. Kıvırcık saçlarım havanın neminden ve rüzgarından birbirine girmişti, soluk ve çelimsiz yüzüme pembenin tonları hükmediyordu. Uzun bacaklarım ve zayıf gövdem yüzünden bir kuzgunun aksine bir leyleğe benziyordum.
Sokağın sonunda duran ve diğerlerine göre daha az kalabalık gözüken bir dükkana adımımı attım. Dört bir duvarı da raflar dolu, küflü, soluk kitaplar çevrelemişti. Eski ahşap ve koyu kahvenin kokusu burun deliklerimi doldurdu. Kasanın orda orta yaşlı ak saçlı bir adam beni karşıladı. Sorduğum sorulara cevap verdiği çatallı ve isteksiz ses tonu beni etkiledi. Depoya gidip istediğim kitabı bana getireceğini söyledi.
Aylardır aradığım kitabı sonunda Taksim’in arka sokaklarındaki bir sahafta bulabilmiştim. Aynı gün yurda gider gitmez büyük bir heyecanla kitabı okumaya başladım. 23. sayfaya geldiğimde el yazısıyla yazılmış bir not buldum. İlk önce bir ayraç zannettiğim bu kağıt parçası hergün fakültede gördüğüm ultrason çıktılarından biriydi.
Burnumun ucunda duran gözlüklerimi düzelttim ve daha yakından baktım. Gözümün önünde bir gebelik kesesi seçilebiliyordu. Göz bebeklerim kenardaki küçük bilgilere takıldı. Sağ üst köşede annenin soyadı ve çektirildiği hastane yazıyordu. Gördüklerime ne gözlerim ne kulaklarım inanabildi. Bu ultrason tam 5 sene önce bugün bizim fakültenin hastanesinde bayan Valeska tarafından çektirilmişti. Çantamı kaptığım gibi yurttan çıktım ve hızlı adımlarla hastanenin yolunu tuttum.
Gördüğüm ilk bilgisayara oturup hasta kayıtlarından Valeska soyadını aradım. O çektiği ultrasondan ne önce ne de daha sonra bu hastaneye gelmemişti. Vücudumda salgılanan adrenalin yerini hayal kırıklığına bırakmıştı. Yurda doğru yürümeye başladım. Yerdeki su birikintilerinden yansıyan sönük ay ışığına basarak yürüdüm karanlık sokakta. Minik salyangozlar yollara çıkmıştı. Aptal hayvanlar arzularının kölesi olmuşlardı. Yağmura duydukları bu aşk yüzünden hepsi ya kuruyup ölecek ya da ezilicekti. Tabiatın acımasız kısır döngüsünün bir parçası… Ayak tabanımın altından çıkan bu çıtırtı beni rahatsız etmedi. Aksine kendimi güçlü hissettim. Ben o aptal salyangozun aksine özgürdüm.
Odama gider gitmez ultrason sonucunu daha yakından incelemeye başladım. Tek isteğim bu küçük kağıt parçasını sahibine teslim etmekti. Çalışma masamın üstünde bir kağıt yığınının altına gömülmüş bilgisayarımı çıkardım. Valeska soyadını aradım. Birkaç dakikada internette bulabileceğiniz bilgiler insanı şaşırtıyor. İşte buradaydı. Tam adı Raven Valeska, 22 yaşında, bizim üniversitenin sanat tarihi fakültesinde. Aynı üniversiteye gidiyor oluşumuz onu bulmamı çok kolaylaştırdı.Mavi saçları yuvarlak yüzünü çerçevelemişti. O eşsiz bedeni tuvalin üstüne yapılan fırça darbeleri kadar mükemmel ve narindi. Gözleri ışıl ışıl… İnternetten korkmamızın nedeni buydu: birkaç tıkla bulamayacağımız bir şey yoktu. O akşam ilk defa kendimi önemli hissettim. Huzurla gözlerimi Raven Valeska’nın gözlerine kapadım.
O sabah yüzümğ Raven Valeska’nın umutlarıyla yıkadım, Raven Valeska’nın düşleriyle dişlerimi fırçaladım. En sevdiğim gömleğimi giydim ve doğruca sanat tarihi fakültesine gittim. Dün gördüğüm fotolarındaki arkadaşına çok benzeyen bir kıza rastladım.
Kızla aramızdaki küçük sohbetler bitince ona kitaptan çıkan notu gösterdim.Yüzünün tüm tebessümü yokoluverdi. Raven’ın eski erkek arkadaşından kalma bebeğinin ulrason çıktısıydı bu. İkisi Raven’ın bağımsızlık düşkünlüğü nedeniyle ayrılmıştı. 17 yaşında hamile kalmak istemeyen Raven çareyi kürtajda bulmuştu. Onun düşünce tarzı için en mantıklı seçim de buydu. Ne kadar trajik de olsa, o bir aileye bağlı yaşamak istemiyordu.
Arkadaşından ultrasın çıktısını Raven’a teslim etme bahanesiyle yurt numarasını öğrendim. Onun kapısına yaklaştıkça kalbim daha tutkulu atıyordu. Benim gibi bağımsızlığına düşkün, benim ruh eşim; sadece benden 3 adım ötedeydi. Kapıyı tıklattım. Kapının açılmasını beklerken geçirdiğim 5 saniye hayatımın en uzun 5 saniyesiydi.
Kapının gıcırdaması sona erince önüme baktım. Gördüğüm kişi Raven Valeska’ydı evet, ama dün gece gördüğüm fotolarıyla bi bağlantı kuramadım. Gençliğinin ateşi sönmüştü, gözlerinin o ışıltısı yok olmuştu, sonsuz bir karanlığa. Mavi saçları birbirine girmişti. Bir zamanlar Rönesans tablolorundaki tanrıçalara benzerdi ama şimdi hayattan aldığı zevk yok olup gitmişti sanki. Cildi eskisi kadar pembe ve ışıltılı değildi. Kız hayattaydı ama bağımsızlığı onun içini resmen çürütmüştü. Boğazım düğüm düğüm onu izledim.
Tanrı dünyayı hepimizin istediği bir şekilde yaratmıştı. Biz, bize ait olan şeyleri arıyoruz. Ve muhtemelen başkalarına ait olan şeylere vakit öldürdüğümüz için hepimiz en sonunda mutsuz bir şekilde ölüyoruz. Birçok insanın aradığı şey, çoğu insanın korktuğu şeydir. Kuzgunun altın kafeste bir bülbüle imrenmesiydi bu.