Kurbağalıdere İskelesi

Yıl 1967, 22 yaşındayım. Kadıköy iskelesinin ılık ayazı altında elimde eski bir matara… İstanbul’un eskimiş ruhlu ve başıboş gençlerinden biriyim o zamanlar. Orta gelirli bir ailenin sayesi altında yetiştirilmiş, eğitim ve siyasetten başka bir şey konuşmayan bir gencim. Günlerden bir gün Kabotaj bayramıydı. Tüm İstanbul kaygılarını ve dertlerini bırakıp Kadıköy iskelesinin oradaydı. O kadar kalabalık ve karmaşanın içinde bir sandalye bulayım derken bir kadına çarpmıştım. Bir kadın… yüzü ay parçası gibi parlayan, gülümsemesiyle insanın içini eriten, her kadının güzel durması için giydiği fistanı kendi üstünde güzelleştiren bir kadın. Gözlerimi ayıramamıştım. Yıllar geçmişte olsa üstünden şu yaşlanmış kalbin derinlerine kazınmış olan tek detaydı bu güzellik. Kendisine çarptıktan sonra özür diledim. Özrümü kabul etmesi için kendi sandalyemi buyurduktan sonra ayağa kalktım ve tanışma isteğimi göstermek için elimi uzattım. Elini naif bir şekilde uzattı ve adını söyledi. Hikayemiz böyle başladı. Kabotaj kutlamaları bittikten sonra kendisini çaya davet ettim. Fakat o ailesinin bu teklifi kabul göremeyeceğini ama olabilecek en yakın zamanda kendisinin bu teklifi tekrar yapacağını söyledi. Evimin adresini verdim ve bana mektup göndermesini rica ettim. Evimin adresini bir kağıda not aldıktan sonra belli etmemeye çalıştığı tatlı telaşıyla yanımdan ayrıldı. O zaman 22 yıl boyunca hissedemediğim duygular hissetmiştim. Artık sadece o kadının etkisindeydim. Hatta o gün uyumadığımı hatırlıyorum, hani hasta olduğumuzda geceleri uyuyamayız değişik bir duygu kaplar ya dört bir yanımızı, ben de aynen öyle hissediyordum. Aşk bir hastalık gibi vurmuştu yüzüme. Beklediğim mektup gelene kadar boğazımdan tek lokma geçmez oldu. Bayram gününden üç gün sonra beklediğim mektubu sonunda almıştım. Mektupta ne yazdığını ve neden gönderildiğini bilmeme rağmen büyük bir merakla mektuba yöneldim. Tabii ki bir çay davetinden başka bir şey değildi. Lakin içimdeki kıpırtıyı ve heyecanı anlatmam imkansızdı. Hızlıca dolabıma yönelmiştim ve en güzel kıyafetlerime bakınmaya başlamıştım. Dolabımdaki en güzel şalvarı ve gömleği seçtikten sonra dedemden kalma köstekli saatimi taktım ve sade ama şık bir görüntü oluşturdum . Temmuz ayındaydık ve İstanbul en sıcak zamanlarını yaşıyordu. Bu yüzden olabildiğince ince kuşanmaya çalışmıştım. Hazırlanma sürecim bittikten sonra elimdeki tek parfümü abartı olmayacak şekilde bedenimle buluşturdum. Saçlarıma doğal ama keskin bir şekil verdim ve ayakkabılarımın en güzelini seçtim. Artık gitmeye hazır olduğumu hissettim ve son bir kes kapı önünde saçlarımı düzelttikten sonra evden çıktım. O zamanların en ucuz ulaşım aracı olan tramvayı tercih ettim yolculuğumda. Sakin ve serin bir yer olduğu için çay içebileceğimiz en mantıklı yerlerden biriydi Kurbağalıdere. Yol boyunca konuşabileceğimiz konuları düşündüm. Aklımdan yaşayabileceğimiz şeyleri geçirdim. Belki de ondan hoşnut olmayacaktım ya da o benden hoşnut olmayacaktı. Bu düşünceler aklımın kuytu köşelerinde birbirini kovalarken çoktan Kurbağalıdere’ye varmıştım. Gerçekten sessiz, sakin ve kimselerin olmadığı bir yerdi. Beş dakika kadar yürüdükten sonra mektupta yazan iskeleyi bulmuştum. Çok berrak olmayan, büyük ihtimal sığ bir derenin olabilcek en güzel yerinde yer alıyordu bu iskele. Orada oturuyordu. İçimdeki tüm sesleri susturup nazik ama kendinden emin adımlarla yürümeye başladım. Tam iskelenin başında oturuyordu ve oraya vardığımda hafifçe bana dönüp ayağa kalktı. Bana baktığında ondan bir kez daha etkilenmiştim. O gün giydiği fistanlardan giymişti ve ayak bileğinde gümüş bir halhal vardı. Öne düşen kumral saçları yeşil gözlerini hafif bir şekilde kapatmış olsa da bakışları yeterince aklımı çeliyordu. Centilmenlik gereği elimi uzattım ve merhaba dedim. Elimi karşılıksız bırakmadı ve nazikçe elini uzattı. Selamlaşmamız bittikten sonra çok da sağlam gözükmeyen iskeleye oturduk ve çaylarımızı yudumlamaya başladık. Birbirimize kendimizden bahsetmeye başlamıştık. O bana gelecek hayallerini anlatırken gözlerinin parladığını görebiliyordum. Pilot olmak istiyordu ve küçüklüğünden beri pilot olabilmek için çok çalıştığını söylemişti. Tabii o zamanlar bana değişik gelmişti. Ne işi vardı bir kadının pilotlukla. Zamane kadınlarının büyük bir kısmı kocası ve çocuklarına bakacak bir ev hanımı olacağından bahsederdi. O gün onun diğer kadınlardan çok farklı olduğunu fark etmiştim. Gerçekten sohbetimizin çok güzel gittiğini hatırlıyorum . O gün saatlerce sohbet etmiştik. Sohbetin böyle olduğunu görünce diğer hafta için de bir çay daveti ayarlamıştık. Tabii çay bahaneydi. Asıl amaç birliktelikti. Ayarladığımız gibi diğer hafta da buluşmuştuk. Birlikteyken zaman geçmiyormuş gibiydi.  Sonrasında diğer haftalar da buluştuk. Birlikte çok güzel zaman geçiriyorduk. Herhangi bir ortak arkadaş veya akrabamız yoktu ama biz yıllarca konuşabilirdik. 4 ay boyunca her hafta buluştuk. Çay partisi adı altında konuşmadığımız konu, yapmadığımız etkinlik, içmediğimiz çay kalmamıştı. 4 ay sonra artık her hafta değil her gün birlikteydik. Tüm saatlerimizi birlikte geçirmeye başlamıştık. Artık ona Lavinya’m diyordum. Kendimizce bulduğumuz anlamlı bir takma isimdi. Zaman geçtikçe bilinçaltıma evleneceğim kadın diye kazınmıştı Lavinya. Aradan dolu dolu bir yıl geçti ve artık ona gerçekten aşık olduğumu biliyordum. Artık duygularımı yeterince belli ettiğimi düşünüp ona evlilik teklif etmeye karar vermiştim. Babaannemden yadigâr  hoş bir yüzüğü yanıma aldım ve her zamanki gibi buluşmaya gittim. Yine ayarladığım gibi saat dörtte oradaydım ama bu sefer farklı bir renk vardı o güzel yeşil bakışlarda. Aynı samimiyet, aynı istek yoktu bakışlarında. Ona doğru bir adım attım ama o bana doğru bir adım atmadı. Gözlerimin içine ağlamak üzere olan yeşilleri gönderdi ve şunları söyledi: “Ben gidiyorum.”  Merak dolu bakışlarımı ona gönderdim ve tek kelime etmeme izin vermeden devam etti. “Abim bizi fark etmiş. Babamla konuşunca babam da çok sinirlendi ve beni kocaelindeki arkadaşının oğlu  Hüseyinle evlendirtme kararı aldılar” artık ağlıyordu.” Karşı çıkmaya çalıştım ama beni şiddetle tehdit etti. Bir hafta sonra Kocaeline göndericekler beni. Bavulum hazır hatta gelinliğim bile” dedi ağlamaklı sesiyle. Duyduklarıma katlanamıyordum. Olamazdı böyle bir şey tam hayatımın kadınını bulmuşken. Beynim içimdeki acımasız ve harap olmuş düşüncelere karsı savaş veriyordu. Halbuki bedenim öylemiydi. Hiçbir şey gelmiyordu elinden. O an hiçbir şey diyemedim. Gitme, seni kaçırayım diyemedim. Ben de ağlamak istiyordum ama fiziksel yetilerimi kaybetmiştim. Bu haber soğuk bir su gibi çarpmıştı yüzüme. ” Ben gidiyorum… ama seni unutmayacağım. Sen de Lavinia’nı unutma tamam mı? Ama sana söz veriyorum 40 yıl sonra bir daha geleceğim bu iskeleye. Konuştuğumuz hiçbir şeyi unutmamış olucam. Seni- seni hâlâ seviyor olucam” dedi ve bedenime yaklaşıp bir hırka gibi sardı kollarını. Ben ona kollarımı saramadan mesafe girdi aramıza. Benden kaçıyormuşçasına uzaklaştı o iskeleden, tüm anılarımızdan. Birden yok olmuştu karnımdaki tatlı ağrı. O güzel hisler yerini tamamlanamaz bir boşluğa bırakmıştı. Elimde bir sır gibi sakladığım yüzük ve ben bir başımıza kalmıştık. O günden sonra boşluk gibi devam etmiştim hayatıma. Bazen gördüğüm nesneler ve duyduğum konuşmalar onu hatırlatsa da bana, artık bir önemi yok diyip geçiştiriyordum. Artık bomboştu istanbul. Artan nüfus ve sanayileşmeler olsa da onsuz hiçbir şeyin tadı yoktu. Ondan sonra tanıştığım kadınlar aynı duyguları hissettiremiyordu bana. Her gün bir yılmış gibi geçiyor ama eski yılların tadını vermiyordu. Yıllar geçti böyle böyle. Artık kendine geç kalmış yaşlı bir adamdım. Sonunda 40 yıl geçmişti bu yaşananların üstünden.   Şimdi ise buradaydım. Yıl 2004 ve yine aynı iskele. 40 yıldır beklediğim o andaydım. Aynı gömlek aynı şalvar ve aynı köstebekli saat. Bir de cebimdeki yıllar önce umudunu kaybetmiş bir yüzük. Belki o beni unutmuştu ama ben 40 yıldır bekliyordum. Kimseler yoktu ve gelişimin üstünden saatler geçmişti. O kadar saat buradayken onunla yaşadığımız tonlarca anı geçti gözlerimin önünden. Nasıl olmuştu da 40 yıl onsuz geçmişti diye sorgulamaya başladım. Aklımda deli sorular vardı ve ben bunları düşünürken saatler olmuştu. Artık tüm umutlarımı yakıp kalkmaya karar vermiştim. 40 yıldır bu anı düşünerek zamanı geçirmeye çalışıyordum. Belki de ben çok ciddiye almıştım. Belki de sadece bir gençlik hayaliydi ve olup bitti. Belki de…belki de o beni çoktan unutmuştu. Kendi sorularımı kendim cevapladıktan sonra artık tüm beklentilerimin sadece bir hayalden ibaret olduğunu anlamıştım. Oradan tam uzaklaşmak üzereyken omzuma bir el dokundu ve arkamı döndüğümde ise 40 yıl önceki hislerim yeniden vücut bulmuştu. Burnumun tanıdığı çiçek kokusu ve gözlerimin bayram etmesine sebep olan o yeşil gözler… Gelen oydu. Lavinia -ölüm çiçeği olarak bilinen hoş kokulu zarif ve pembe çiçek-. O an tüm düşüncelerimden arındım ve ona sarılmayı bile düşünmedim. O cepte, çıkmayı bekleyen ve yıllar önce kaybolan ümitlerini bulmuş bir yüzük vardı. Ve artık bekleyecek zamanı yoktu. O eskimiş yüzüğü cebimden çıkardım ve 40 yıl önce yarım kalmaması gereken ama yarım kalan şeyi yaptım; Benimle evlenir misin Lavinia’m?

(Visited 32 times, 1 visits today)