Gece yarısıydı. Yine her zamanki gibi uyku tutmadığı için biraz televizyon izlemeye karar verdim. Haberler çoktan başlamıştı bile: “Son dakika gelişmeleriyle devam ediyoruz. Perşembe günkünden sonra ikinci bir erkek cesedi bulundu. Bu, bir hafta içinde bulunan üçüncü ceset. Kurbanlar arasında bilinen bir bağlantı yok. Gelişmeleri takip edip sizlere aktarmaya devam edeceğiz.” Belki uyku mahmurluğundandı ama sanki yerde hareketsiz yatan adamcağızın boş ve soğuk bakışlarını üstümde hissettim. Kötü şeyler olmuştu ona. “Ne olduğunu bulmak sana kaldı.” dedi bana yüzündeki en yorgun ifadeyle. Masanın üstünde duran rozetim ve silahıma haftalardır el değmemişti. Küçük bir öfke anı yüzünden işinden uzaklaştırılmış bir dedektiftim ben. İşim konuşamayanların bana gizlice fısıldadıklarını dinleyerek onları ebedi bir huzura erdirmekti. Ama cezamı yeterince çekmiş bulunmuştum ki pazartesi tekrardan işbaşı yapacaktım. Memnuniyetle.
Sabah kalktım ve televizyonu açtım. Geceki haber üstüne yürütülen spekülasyonlar çığ gibi büyümüş ve insanları yanlış bilgilere boğar vaziyetteydi. Artık tüm bu saçmalıklara son vermek zamanı değil miydi?
Olay mahalline vardığımızda kafa karıştırıcı bir manzara içerisindeydik. Sıradan bir vatandaşa göre gayet düzenli sayılabilirdi burası. Ceset halının üstüne özenle yerleştirilmişti. Ama duvarlara ve odadaki mobilyaların her bir yanına düzensiz sıçrayan kan damlaları bize aksini söylüyordu. Yerdeki sürüklenme izinden yola çıkıldığı üzere burası maktulün öldürüldüğü yer olmayabilirdi. Adli tabibin yaptığı incelemeye göre kurban ensesinin sol tarafına doğru künt darbe alıp sersemleyerek mutfakta kendinden geçmiş, sonra salona sürüklenip orada bıçaklanmıştı.
Mutfağı incelemeye gittiğimde cinayet silahı olan bıçağı bulaşık makinesinde yıkanmış halde buldum. Tam kanıt torbasına koyacaktım ki birinin beni izlediğini hissettim. Pencereden bakan kadının üstü başı kan içerisindeydi. Konuşmak için ona yaklaştığımda arka bahçeden ormana doğru kaçmaya başladı.
Peşinden takip ettim: “Dur! Sadece konuşmak istiyorum. Sana zarar vermeyeceğim.” Ama beni duymuyordu sanki; o kaçtıkça kovaladım. Büyük çam ağacının altına vardığımda onu gözden kaçırdım, daha doğrusu kaçırdığımı sandım, ta ki enseme ani bir ağrı saplanana dek. Yere yığılmıştım. Gözlerimi tekrar açtığımda onu gördüm. Kalktığımda yapraklar üzerine akmış kanımı gördüm. Arkada hafif bir siren sesi. Kadını tekrardan kovalamaya başladım. Fazla uzağa kaçamamıştı. Göle doğru koşarken bağırıyordu: “Ben yaptım! Hepsi benim suçum. Hepsi benim yüzümden oldu.” Güç bela cevapladım: “Önemli değil. Dur konuşalım ben polisim. Sana yardım edeceğim. Dur yoksa ateş ederim!”
Sonunda onu yakaladım. Başardım! Tam kelepçelerimi çıkarmıştım ki yok oldu. Hiçbir yerde yoktu. Enseme dokundum ve ellerim kan oldu. Elimi yıkamak için göle eğilince yansımamda elimde kelepçe değil kül tablası olduğunu gördüm. Kenarı kırılmış kanlı bir kül tablası. Meğer zihnim bana bir oyun oynuyormuş. Kurtarıcı olmayı dilerken esir alan olmuşum. Fısıltıyı duyan da benmişim fısıltının sebebi de. Kovalanan deliymişim ben, elinde kelepçeyle öbür polisler…