İşte böyleydi. Yaptığımın utancı suratıma tokat gibi inmesinin yetmemesi gibi bir de insanların önünde küçük düşmüştüm. İşte o an salon tam anlamıyla sessizliğe büründü, bütün bakışlar üzerimdeydi.
Yine bir mart sabahı kuşların sessiz cıvıldamaları kaldırdı beni yatağımdan. Dünün daha hala aklımda kalıplaşamamış anıları adeta etrafımda süzülüyordu, ben de fazla aldırmadan yüzümü yıkamaya gittim. Buzdan kesilmiş kadar soğuk bir su beni kendime getirmeme yeterli olmuştu. Evim büyüktü. Bu yüzden sevmiyordum. Mirastı tabii sonuçta ama biricik babacığımın hatrı olmasa bu ev kapısını çoktan züppe bir beyefendi açıyordu. Çocukluğu geçmişti adamın burada nasıl olup da kıyıp kenara atabilirdim ki?
Altmış sekiz model Mustang beni garaja girer girmez sanki kesiyordu “Hadi, ne duruyorsun?” diye. Ben durur muyum peki? Kendisi biraz yaşlıydı ama otobana çıktığında kükremesini de biliyordu, otobana hakimiyeti, ağırlığı, sürüş hissi bir Mustang’e yakışırdı. Kırmızı ışıkta durdum. Sonra daha önce yapmadığım bir harekette bulundum. Gözlerimi kırmızı ışıktan çekip odağımı çevreme dağıttım, neler olup bittiğine baktım. Hiçbir insan hiçbir kimsenin bir yerinde gözükmüyordu. Sadece yanlarından geçen insanların iki saniye sonra zihinlerinde yüzlerini istemsizce karıncaladığı suratsız cisimlerdi. Bir insanı silmek için tanımamak gerekiyorsa sevdiğimiz ve seveceğimiz insanları unutmak bunun için mi bu kadar zor. Arkada gelen sert ve ani bir korna sesi trafik lambasının yeşile döndüğünü fark etmeme yardım etti. Tabii bununla beraber kafamdaki bütün derin düşünceler de arabamın egzozuna karışıp atmosfere doğru yükseldi.
Ofisime doğru yürürken ve beyaz duvarlara bakarken hızlı adımlarla aklımdan öğleden sonraki toplantıda neler söyleyeceğimi düşünüyordum. Sonuçta on iki yılda kurduğum bir şirketi tanımadığım, takım elbiseli ve sahte bir gülüşle uyanan bir herife satacaktım. Şirketimi on iki yılda kurduğumu söylüyorum, evet. Çünkü bu şirketin resmi olarak bana ait olduğu süre zarfı on iki yıl. Ondan öncesi babamındı tabii ki. Yine çalışıyordum ve şirketi ileri taşımaya uğraşıyordum fakat yetki sahibi olmadığım için yaptıklarım asla bana ait gibi gelmiyordu. Daha çok ailem için yapmışım gibi geliyordu. Şirketin bütün sorumluluğunu aldığımdaysa düşüncelerin hepsi bir ırmağa karışmış gibi akıp gitti.
Zor olan kısım toplantı bitiminde anlaşmaya imzamı atacakken sanki bir anda zaman yavaşladı. Duyularımın bu kadar keskin olduğunu hiç hatırlamıyorum. Dolma kalemin içindeki mürekkebin bir ileri bir geri salladığını hissedebiliyordum, kağıdın dokusunu görebiliyor, karşı sekreterin sabah yediği kruvasanın kokusunu alabiliyordum. Anın ufuğunda kafamdan aynı anda milyonlarca düşünce geçtikten sonra önce kalemi sonra da anlaşmayı tutup fırlattım.
İşte böyleydi. Yaptığımın utancı suratıma tokat gibi inmesinin yetmemesi gibi bir de insanların önünde küçük düşmüştüm. İşte o an salon tam anlamıyla sessizliğe büründü, bütün bakışlar üzerimdeydi. Bunu o kadar sevdim ki… İnsan olduğumu iliklerime kadar hissedeceğim nadir anlardan biriydi lakin bunun farkında ben tabii ki değildim. Bu şirket benim ruhumdu ve sanırım ruhumu satmak için biraz erken diye düşündüm.