Sabah kalkmış, kahvaltımı hazırlıyordum. Her kahvaltıda yaptığım gibi televizyonu açıp oradan haberleri dinliyordum. Fakat bu sabah hiçbir şey yolunda gitmiyor gibiydi. Haberlerde son dakika haberleri gösterilmeye başlandı. Güne şehrimizden gelen kötü haberin üzüntüsüyle başlamıştım. Bu kötü haber yüreğime oturmuştu, bizden yalnızca birkaç kilometre ötede bomba patlamıştı. Her ne kadar bu haberleri her gün almaya başlasak da yaşadığımız acı bir gram azalmıyor, bir gram daha az yaralamıyordu. İnsan böyle olaylar kendine yakın bir yerde gerçekleşmeyince sanki o olay hiç yokmuş, hiç yaşanmamış gibi hissediyor. Ama o gün daha iyi anladım artık insanların ölmesini, acı çekmesini kaldıramayacaktım. Biraz daha iyi hissetmek için uyumaya karar vermiştim. Uykuya dalmaya çalışırken yüreğimdeki düşünceler adeta bütün bedenimi ele geçiriyor, uyumamam için bana savaş açıyorlardı. Ne demiş Friedrich Nietzsche “Beden büyük bir akıldır, tek duygu olan bir çoğulluktur, bir savaş ve bir barıştı, bir sürü ve çobandır.” Bu savaşı sonunda bedenim kazanmıştı ve ben içimdeki bütün acıları gömüp derin bir uykuya dalmıştım.
Zihnimde kendime bembeyaz bir sayfa açmıştım, uykuya daldığım anda gördüğüm ilk şey denizdi. Denizin muhteşem kokusuna, masmavi güzelliğinin büyüsüne kapılmıştım. Küçüklüğümden beri denizin yeri benim için ayrıdır. Yaşadığım yerde deniz olmadığı için denizinin tadını yalnızca yazları gittiğimiz o güzel aile tatillerinde çıkarabiliyordum. Son yıllarda yaşadığımız bu acı olaylar yüzünden o güzel kokuyu içime çekememiştim. Başımı çevirdiğim zaman sokakta birbirleriyle oyun oynayan güler yüzler görmüştüm. Anneleri onlara artık eve gelin diye sesleniyor, çocuklar da beş dakika daha diyorlardı. Bu tatlı atışmayı tekrar duymak için nelerimi vermezdim. Aynı anda burnuma yeni kesilmiş çimen kokusu gelmişti. Bunların hepsi benim için huzuru temsil ediyordu, bana uzak olan o huzuru.
Dar sokaklarda biraz yürümeye karar verdim. Karşıma bir okul çıkmıştı. Bu okulun bahçesinde çocuklar ip atlıyor, seksek oynuyorlardı. O an yüzümde bir tebessüm oluştu, birden ilkokul anılarıma dönmüştüm. O zamanlar istediğimiz oyunu oynayamadığımız zaman dünyamız başımıza yıkılır sanki dünyanın bütün üzüntüsü buymuş gibi üzüntü duyardık. Keşke dünyanın en büyük üzüntüsü bu olsaydı. Umarım en kısa zamanda bütün çocuklar fırsat eşitliği içinde sevgi dolu okullarında hangi oyunu oynayacakları konusunda tartışırlar. Mutlu bir eğitim kulağa çok hoş geliyor.
Etrafta biraz daha gezinmeye, şehrin kalbine saklanmış sanki inci gibi kendi kabuğunun içinden çıkınca o güzellikleri gösteren sokakların içine dalmıştım. İnsan böyle sokaklarda samimiyeti, insanlığı, komşuluğu hissediyor. Sokaklardaki seyyar satıcıların bağırışları, teyzelerin satıcı yanına çağırıp pazarlık yapması bunların göstergesi. Aslında ne güzel olurdu bombaların sesi yerine simitçilerin “Simit simittt !” seslerini duymak. Her ne kadar yaşımdan dolayı bunları pek hatırlamasam da hiçbir zaman unutamayacağım günler.. Zihnimin içinde bu düşünceler köşe kapmaca oynarken iki tane çocuğun bir o kadar tatlı, bir o kadar hırçın sesi kulağıma gelmişti. Her ne kadar olanları tam olarak kestiremesem de bu çocuklar haftalardır harçlıklarını biriktirip kendilerine uzun zamandır hayalini kurdukları oyuncağı almışlardı. Paraları ise sadece birini almaya yettiği için aralarında paylaşamıyorlardı. Onların oyuncağını çekiştirmesini görünce birdenbire içimde bir mutluluk oluştu. Sanırım uzun zamandır çocuk olmanın duygusunu görmediğim için bana çok tatlı bir yabancı gibi gelmişti. Keşke herkes yaşam savaşı vermek yerine arkadaşıyla aldığı oyuncağı paylaşamasaydı.
Birden birinin beni sarsmasıyla uyandım. “Hadi, kalk gitmeliyiz!” diyen sesler kulağımda çınlıyordu. O birkaç kilometre ötede atılan bombanın etkisi dibimize gelmişti. Sıra bize gelmişti. Kendimizi kurtarmamız gerekiyordu, hiçbir şeyimizi almadan kendimizi dışarı atmıştık. O anki nefes alışımı anlatmam mümkün değil. Küçük kardeşim “Abla ne oluyor, korkuyorum. Ben yaşamak istiyorum, melek olmak istemiyorum.” demeye başlamıştı. O çok küçüktü, henüz bunları yaşamaya hazır değildi. O bunların hiçbirini hak etmiyordu. Ben de en az onun kadar korksam da “Merak etme ablacığım, iyiyiz. Sana hiçbir şey olmasına izin vermem.” diyordum her ne kadar bu sözleri söylerken dudaklarım titrese de, vicdanım doğruları söylemeye el vermiyordu. “Çok defa korku, yalan söylemesini öğretir.” Alfred de Vigny.
Bu cehennemden kurtulmaya çalışırken bomba seslerini duyuyordum. Kardeşime dönüp baktığım zaman onun yüzündeki ifade keşke diyordu. O an dünyanın adaletsizliğini o küçücük gözler anlatıyordu. Bunları yazarken aniden bir bomba daha patladı. Bunun sesi diğerlerinden daha güçlü geliyordu. Okula gittiğim zamanlardan kalan bilgileri düşününce bunun bombanın bize daha yakında patladığını anlayabiliyordum. Keşke zor hatırladığım bilgi bu olmasaydı. Küçüklükten beri adaleti savunurdum o yüzden avukat olmak her zaman hayalimdi. Keşke zor hatırladığım bilgi anayasanın 144. maddesi olsaydı. O an gördüğüm rüya aklıma geldi. Gördüğüm rüyanın ertesi gün gerçek olacağını bilseydim kardeşimin gözünde o acıyı görmezdim. Ama bunlar akıntıya kürek çekmek, imkansızı oldurmak gibiydi. Keşke demekle yetiniyordum. Bu gördüğüm rüyanın hayal ürünü olduğu, hiçbir zaman olamayacağı belliydi. Birden bir ses daha duydum ve gözlerim bir daha açılmayacak şekilde kapandı. Kardeşime verdiğim sözü tutamamıştım.