O gün gelip çatıyor. Yıllardır uğruna tonlarca emek verdiğimiz, terimizle kanımızın birbirine karışarak akmasına yol açan o gün. Bugün savaş günü, krallığımızın şerefini kazanmak, onurunu kurtarmak için vereceğimiz mücadelenin başlangıcı. Savaşı bu tarihte başlatacağımız yıllar önceden belli olsa da ben hala birkaç saate o savaş meydanında olacağıma inanmakta zorluk çekiyorum. Kendimi sanki bir rüyadaymış da birazdan uyanacağım ve yarın yine savaş talimlerine devam edip planlarımız üzerinde çalışacağız gibi hissediyorum. Birkaç ay öncesine kadar savaşın beni heyecanlandıracağını, zafer açlığının içimdeki vahşiliği ortaya çıkaracağını düşünüyordum. Bu aslında oldukça doğru bir tespitti, tüm ordu gibi bende savaşı uzun bir süre iple çekmiştim. Şu an ise sadece suçluluk, çaresizlik ve korku hissediyorum.
Birinin kapıyı tıklatması ile irkilerek kafamı çeviriyorum. İçim bir anlık umutla doluyor, acaba Hecartina son anda karar değiştirmiş olabilir mi? Belki de haklı olduğum kanısına vardı diye geçiriyorum içimden sevinçle. Sonra fark ediyorum ki bu Hecartina olamaz, artık o burada kalmamayı tercih etsede teknik olarak burası aslında ikimizin odası, o olsa kapıyı çalmazdı. Gönülsüz bir şekilde içeri girebileceğini bağırıyorum kapıdaki kişiye. Kontrole gelen herhangi bir muhafız veya benimle moral konuşması yapmaya gelmiş babam olacağını düşünerek bıkkınlıkla misafirime bakıyorum. Karşımdaki kişiyi görünce gözlerim şaşkınlıkla açılıyor. Jonas daha önce hiç gelmemişti odama. Yüzümdeki ifadeyi fark ederek başka birini mi beklediğimi soruyor, sesi normale göre biraz daha soğuk. İnsanların erkek arkadaşlarını görünce yüzlerinde bir şaşkınlık değil de mutluluk belirtisi olması gerektiği geliyor aklıma. Hemen ifademi çevirip bir gülümseme konduruyorum yüzüme. Oda bana gülümsüyor. Bana sarılıp kulağıma doğru eğiliyor, Hecartina için endişelenmeme gerek olmadığını belirtiyor, onun seçimini yaptığını söyleyerek beni teselli etmeye çalışıyor. Yanılıyor, seçimini yapan kişi bendim. Hecartina’ya inanmamayı seçen bendim. Yıllardır benim için çalışıp çabalayan en yakın arkadaşıma sırt çevirmeyi seçen bendim.
Suçluluk duygusu yeniden içime akın ediyor. Ya Hecartina haklıysa? Geriye çekilip Jonas’a bakıyorum, zihnimde Hecartina’nın kelimeleri yankılanıyor, “O bir hain, karşı krallık için çalışıyor, sana ihanet edip savaşın seyrini değiştirecek!”. Halbuki ben Jonas gözlerinde sadece aşkı görüyordum, yanılıyor olamazdım. “Aşk gözünü kör etmiş senin!” demişti bana. Yanılan kişi Hecartina olmalıydı, kimse mükemmel olamazdı sonuçta, o da hata yapmış olabilirdi. Günlerdir içimi kemiren şüpheyi bastırmak için söylüyordum bunları kendime. Ama çok geç artık, ben Jonas’a güvenmeyi seçtim, onun bir casus olabileceğine inanmak istemedim. Jonas bana ne olduğunu soruyor, hiçbir şey diye cevap veriyorum, hiçbir şey. Jonas elimi tutuyor ve bir anda içimi sıkan tüm duygular serbest kalıyor. Hayır, ben doğru kararı vermiştim, o bana ihanet etmiş olamazdı, o beni seviyordu ve bu hareketlerinden de oldukça belli oluyordu. Elini sıkıp artık gitmemiz gerektiğini fısıldıyorum ona. Hecartina yanlış kararı vermişti ve bunu beni kaybederek ödüyordu. Günlerdir içimde kazanıp kazanıp tekrar verdiğim savaşı bir kez daha zaferle sonlandırıyorum. Ama nedense bu beni mutlu etmiyor, yanımda Hecartina olmadıkça bir anlam ifade etmiyor, verdiğim savaş da kendisine karşı olsa bile.
Tüm ordunun ve konsey üyelerinin bulunduğu salona çıkıyoruz. İnsanlar bizi alkışlıyor, Jonas ile onlara en güzel gülümsemelerimizi bahşediyoruz. Babam hep liderlerinin duruşu ne ise diğerlerinin de onu benimseyeceğini söylerdi. Bugün güçlü olmak zorundayım diye geçiriyorum içimden. Son kez planların üzerinden geçiriyor, haritaları inceliyoruz. İşimizi bitirdikten sonra sıra yapmamız gereken son şeye geliyor: Savaş yeminimizi etmek. Salonda yüzlerde kişinin sesi yankılanıyor, hepsi de aynı cümleyi haykırıyor: “Her zorluk, beni daha güçlü kılıyor; düşsem de kalkmayı ve devam etmeyi asla unutmayacağım!”. Yapmamam gerektiğini farkındayım ama elimde olmadan gözlerim Hecartina’yı ayırıyor. Kalabalığın içinde gözlerimiz birbirini buluyor, gözleri öyle büyük bir öfke ile parlıyor ki resmen ürküyorum. Ağzının kıpırdamadığını fark ediyorum, yemini etmiyor. Büyük bir şok dalgası vücudumu sarıyor, bir darbe almış gibi sendeliyorum. Aslına bakılırsa bir darbe almıştım. En yakınım olarak gördüğüm kişi, üstüne üstlük en iyi savaşçım benim için savaşmayı reddediyor, krallığımızı yok sayıyordu. Duraksıyorum. Peki ben bunu hak etmemiş miydim? Ona güvenmeyen ben değil miydim? Bir süredir üzerimde taşıdığım yük gittikçe ağırlaşıyor, işlerin ciddiyetinin iyice farkına varıyorum. Verdiğim karar ya tanıdığım herkesi ölüme götürecek ya da bize yıllar boyunca unutulmayacak bir zafer verecekti.
Atlarımızla savaş meydanına doğru yol alırken iyice panikliyorum. Neden bu durumu kendi başıma yönetmeye çalışıp tüm sorumluluğu üstüme aldığımı sorguluyorum. Zihnimdeki mantıklı düşünebilen o ses fısıldıyor, “Çünkü Jonas ile senin onurunuza leke sürüleceğini düşündün.” İçimi acıtsada bu gerçeğin doğru olduğunu kabulleniyorum, halkıma rezil olmamak için kimseye Hecartina’nın şüphelerini aktarmamıştım. Rahatlamak için derin derin nefesler alıyorum, bir işe yaramıyor. Birazdan haklı çıkacağımı geçiriyorum içimden, birazdan bu savaşı kazanacaktım. Sonra Hecartina gelip benden özür dileyecekti, ben de onu affedecektim çünkü sadece korumacı davranıyordu. Beynimde dolaşan o mantıklı ses yeniden kendini gösteriyor: “Kendine yalan söyleme.”
Her yer kanla kaplı. Aklım ne olup gittiğini kavrayamıyor, sanki her şey ağır çekimde yaşanıyor. Düşman nereden saldıracağımızı biliyordu, kaç kişi geldiğimizi biliyordu, ne şanstır ki tüm savaş taktiklerimizi de biliyordu. Her şey bitmişti, ben yanılmıştım. Sahtekâr bir çocuğun tuzağına düşmüştüm. Krallığımın varisi olarak ilk kuralı ihlal etmiştim, halkımdan önce kendimi düşünmüştüm. Kendi özel hayatımı krallığın işlerine sokmuş, sırf “erkek arkadaşım” diye Jonas’ın eline bütün savaş kontrollerini vermiştim. Ben bir aptaldım. Korkak bir aptal. Dizlerimin üstüne düşüyorum ama acıyı hissedemiyordum. Hissettiğim duyguların altında eziliyordum çünkü. Nasıl yapabilmiştim böyle bir hatayı? Nasıl güvenmemiştim yıllar boyunca benimle çalışan yol arkadaşım Hecartina’ya? Nasıl seçebilmiştim yalan bir aşkı onun yerine? Görüşüm iyice bulanıklaşıyor, bunun gözyaşlarım mı yoksa vücudumun bu ani atağı kaldıramamasından mı olduğunu çözemiyorum. Düşünemiyorum. Beynimi ele geçiriyor kalbimin ağrısı. Hareketlerimi kontrol edemiyor, çığlıklar atıyorum. İhanetin acı tadı ağzımı yakıyor. Halkıma ve arkadaşıma yaptığım itaatsizlik ile Jonas’ın bana söylediği yalanlar tüm bedenimi sarıyor. Şu dünyadaki en küçük canlı gibi hissediyorum kendimi. Sanırım titriyorum, bundan sonra ne olacağını bilemez halde o cesetlerin arasında öylece duruyorum. Neler olduğunu anlamam birkaç saniyemi alıyor. Adrenalinin etkisi ile yavaşlamış tepkilerim bir anda canlanıyor ve yakıcı bir acı hissediyorum göğsümde. Gözlerim kalbimin hemen yanından dışarı çıkmış kılıca kayıyor. Bu kılıcı tanıyorum. Dayanılmaz acı ile mücadele ederek kafamı kaldırıyorum ve o tanıdık gözlere bakıyorum. Hecartina. Bana bakan gözlerinde tarif edilemez bir duygu seli var. Acı, üzüntü, kırgınlık, öfke, sevgi, şefkat… Hepsi birbirine karışmış gözlerinde. Ne yaptığını anlıyorum. Beni korkunç kaderimden kurtarıyordu. Beni kendimi şuçlamaktan delireceğim seviyeye gelmekten, karşı ordu tarafından verilecek onursuz bir ölümden, tanıdıklarımın cesetlerini görmekten kurtarıyordu. En önemlisi, her şeye rağmen benimle olduğunu belli ediyordu. Beni kurtararak beni affettiğini gösteriyordu. Gerçek yüzüme bir duvar gibi çarpıyor. O birkaç dakika sonra askerlerin eline geçecek ama onu kurtaracak biri yok. Ona teşekkür etmek istiyorum, ondan özür dilemek istiyorum, ona o kadar çok şey söylemek istiyorum ki… Yapamıyorum. Ağzım kan ile doluyor ve yere yığılıyorum. Son gördüğüm şey Hecartina’nın yaşlı gözleri oluyor. Bu anın onu ilk ve son kez ağlarken görüşüm olduğunu fark ediyorum ölüm beni kucaklarken.