1938, Paris. Bir çiçekçi dükkanımız var. Annem ve babam orada çalışıyor.
İki erkek kardeşim var: Austen ve Neville. İkisi de lisede okuyor.
Benim adım ise Lauren. Sorbonne Üniversitesi’nde birinci sınıfım. Okul çıkışında ellerimde çiçeklerle gezerim sokaklarda her gün. İnsanlar da sırf kırmamak için bir tane çiçek satın alır bazen. Ya da ben onlara bir tane gül hediye ederim.
Öyle muhteşemdir ki hayatımız, sonsuz dilek hakkım olsa, yine hiçbir şey istemem Tanrı’dan.
1939, Ağustos. Savaş çıkacağı söyleniyor. Günlerdir her gece dua ediyorum. Lütfen hiçbir şey olmasın. Lütfen her şey hep böyle güzel kalsın.
1939, Eylül. Savaş çıktı. Babam şimdilik Fransa’da güvende olduğumuzu söylüyor. Ona inanmak istiyorum.
1940, 10 Mayıs. Alman ordusu kesin olarak Fransa’ya girdi. Güvenlik açısından okula gitmeyi bıraktık. Dükkanı kapattı babam. Onun böyle davranması beni çok korkutuyor. Hissediyorum, çok kötü şeyler olacak.
11 Mayıs. Öğle saatlerinde babamı ve kardeşlerimi almaya geldiler. Annem Pierrette saatlerdir ağlıyor. Onu olacağına inanmadığım şeyler söyleyerek teselli etmeye çalışıyorum. Kalbim acıyor. Babam çok yaşlı, orduda yapamaz. Ve kardeşlerim… Tolstoy’un barışın güzelliğini anlatan kitaplarıyla büyüdü onlar. Savaş hiç onlara göre değil.
20 Mayıs. Komşumuz Vidal amcanın öldüğünü öğrendik. Karısı Tilda teyzenin söylediğine göre Fransız ordusu için silah kaçırırken yakalanmış. Oracıkta ölüvermiş adamcağız.
Kardeşlerimden ve babamdan hiç haber gelmedi. Umarım onların da başına böyle bir şey gelmez.
24 Mayıs. Korktuğum başıma geldi. Bir asker kapımızı çaldı ve babam Davin’in ölüm belgesini elime verip gitti.
Yere çöküp elimdeki kağıda saatlerce baktım. Bu kadar basitti işte. Liderler savaşa karar verirdi ve onlar oturup İngiliz usulü keçi sütlü çaylarını yudumlarken, halk ölürdü. Ve bu liderler, ölen kimin babasıymış, kimin kocasıymış, kimin çocuğu, kimin kardeşi, kimin arkadaşıymış asla umursamazlardı. Bu kadar basitti.
25 Mayıs. Dün anneme haberi verdiğimde kalp krizi geçirdi. Doktor iyi olacağını söyledi. Ama en ufak bir kötü haber durumu tekrarlatabilirmiş. Ben de onun için hayali bir dünya yarattım. Savaş bitecek diyorum ona. Her şey eskisi gibi olacak. Yalan da sayılmaz aslında. Kaybediyoruz savaşı, temmuza kalmadan Paris’ten çekilirlermiş. Ama her şey eskisi gibi olur mu bilmem.
27 Mayıs. Bugün gözümün önünde iki çocuk öldürüldü. Sebebi ise halka gizlice gazete satmaları. Bu çocuklar daha 9-10 yaşlarındaydılar. Onları görünce aklıma Austen ve Neville geldi. Sanki benim kardeşlerim ölmüş gibi hissettim. Ben ağlayarak yanlarına koşarken, diğerleri tepki vermedi bile. ‘’Alıştık!’’ diyorlar. İnsan nasıl alışır ölüme aklım almıyor.
4 Haziran. Eve girdim. İşte o an salon sessizliğe büründü, bütün bakışlar üzerimdeydi. Tüm komşular oturmuş ağlıyordu. Beni bir koltuğa oturtup kötü haberi verdiler. Bir asker daha gelmiş eve, kardeşlerimin ölüm belgelerini teslim etmek için. Annemin kalbi kaldıramamış bu sefer, kalp krizi geçirmiş ama önceki gibi hafif değil. Teslim etmiş ruhunu gökyüzüne ve gitmiş eğer doğruysa cennet denen yere, çok sevdiği kocasının ve çocuklarının yanına.
Okuldan bir arkadaşımla ‘intihar’ hakkında konuşuyorduk bir gün. ‘‘İntihar nedir sence?’’ demişti bana. Ben de ‘’Özlediğin ruhlara kavuşmak için güzel bir yol.’’ demiştim. ‘’Özlediğin, ruhlar olmamalı.’’ demişti. O gün ona hak vermiştim ama şimdi anlıyorum ki yanılmışız ikimiz de. Ruhunun bir parçası aitse başka bir ruha, ruh tıpkı bir yapboz gibi tamamlamak istiyordu kendini.
Ben bu yapbozu tamamlayacaktım.
Komşuları evine gönderdikten sonra annemin kalbi için kullandığı hapları bulup ağzıma attım. İlaçlar kanıma karışırken birkaç dakikalığına savaşın varlığını unutup güzel bir dünya düşledim. Her şeyin eskisi gibi güzel olduğu, ölümün, korkunun, kinin ve nefretin olmadığı güzel bir dünya…