Kitap Kurdu

Ben Edward. Henüz on yaşındayım. İçime kapanık bir insanım, çocukluğumdan beri. Kitaplara olan merakım da bu yüzdendir herhalde. Her kitap beni başka maceralara taşır. Ancak ben mutlu bir insan değildim, hiç değil. Benim bir annem veya babam yok, konuşabileceğim kimsem yok. Bu yüzden kitapları bir anne baba olarak görürüm. Bir pazartesi kitaplığıma göz gezdirirken ilginç kapaklı bir kitabın bana seslendiğini duydum. Oldukça uzun bir kitaptı, okumaya koyuldum.

Kitabın o sayfasına geldiğimde ise sadece kitaplara sığınabildiğim bu kasvetli diyarın içinden kendimi kurtaracak bir fırsat ele geçirdim. Kitabın 120. sayfasına geldiğimde el yazısıyla yazılmış bir cep telefonu numarası buldum. Bir cep telefonum yoktu, akrabam da yoktu, arkadaşım da yoktu. Bu sefaletin içinde bir yabancının telefonuna sığınabildim. Bu telefon numarasını aradım.

Tanımadığım biri telefonu açtı ve bana benim babam olduğunu söyledi. Meğerse biz büyük bir deprem atlatmışız. Annem ve ben enkaz altında kalmışız. Yoğun kar yağışı yüzünden ise kimse bizi kurtarmaya gelememiş. Babam yedi gün boyunca bizi beklemiş, hiçbir ses gelmemiş. Bu yüzden bırakmış bizi. Ben oradan kaçmayı başarmışım. Kar yağışı durduğunda, 8. günde beni bir görevli kurtarmış. Bana yemek ve su vermişler. Ancak tartışmalar sonucu beni kurtaran görevlinin olduğu kuruluş dağılmış. Sokağa düşmüşüm bende. Bir kitapçı bana yer bırakmış eski püskü bir mahallede. O günden beri orada yaşıyormuşum. Yani benim kitaplığım olarak gördüğüm raflardan aslında başkaları kitap okuyormuş.

Babamın kulağına bu bilgiler gitmiş. Kitapçının telefon numarasını bulmuş ve aramış, oysa bilmiyormuş ki kitapçının öldüğünü ve benimde tek yaşadığımı. Bu yüzden çok ünlü bir çocuk kitabı bulmuş, yurdun her yerine dağıtılan. Her birine bu numarayı yazmış. Ebeveynlerinden öğretim görmüş her bir çocuk bilir yabancı numaraların aranmaması gerektiğini. Hem annesi babası ölmüş, kitapçıda yaşayan insan sayısı çok az olduğuna göre bulmuş benim olduğumu. Bana kitapçının ismini söyle dedi babam. Söyledim. Bir araç alıp götürdü beni 2 gün sonra.

Dört çocuk ile beraber küçük bir odada buluşturulduk. Bunlar senin kardeşlerin dedi babam ve neden burada olduğumuzu açıklamaya başladı.

“Arkadaşlar, hepinizin kitap okumayı çocuk sevdiğini biliyorum. Çünkü hepiniz benim çocuklarımsınız. Ancak, sizden bir isteğim var. Karşıda adı tekstilci olan bir yer var. Biliyorum kitaplarda pek çıkmaz bu sözcük. Çünkü hiçbir yazar size cennetin sırrını vermez. Tekstilciler cennet gibi yerlerdir. İçlerinde bir sürü makine bulunur. Hayatınızda bir daha göremeyeceğiniz inanılmaz bir teknoloji ile çalışır bu makineler. Bu makinelere göz kulak olma şansınızı size tanıyorum babanız olarak. Bu makinelere ne yapmanız gerektiğini söyleyecek size fabrikada çalışan insanlar. Hepinize bol şans diliyorum.”

O an anlamıştım. O numarayı hiç aramamalıydım. O adamın babam olduğuna inanmamalıydım. Kapana kısılmıştım. Kaçamazdım. Ben bir fareydim. Önüme koyulan peynire atlamıştım, ancak o peynirin altında bir tuzak olduğunu akıl etmemiştim. Artık bir köleydim, hem de çocuk bir köle. Evet, artık kimseciklerim vardı, “kardeşlerim” vardı, ancak artık mutlu muydum? Onlar ile konuşurken zevk alıyordum, fakat zevk içinde yaşamak mutluluk muydu? Eski günlerimi, kimseciklerimin olmadığını, fakat kitaplarımın olduğu günleri özlüyordum. Sığınabileceğim “Mutlu bir Köle” kavramı da yoktu, çünkü zevk içinde yaşamak mutluluk olamazdı…” diyerek kendi hikayemi yazdığım kitabının ilk bölümüne noktayı koydum. İkinci bölümü, buradan kaçış hikayemi ise yarın yazarım…

(Visited 10 times, 1 visits today)