Kirli çarşaflar, yıkanmamış bulaşıklar, kırık dökük bir kütüphane ve telleri kopuk gitarı olan bir evde yaşıyoruz. Bekliyoruz ki bir el omzumuza dokunsun ve bir mucize olsun. Olmaz. Öyle bir evde yaşıyoruz ki bir hırsız girse kazara, acıyıp para bırakır komodini üstüne. Karanlık sokaklarda yolumuzu bulmaya çalışıyoruz, şairlere uğramadan. Etrafımızdaki her şey sanalken kendimizi gerçek sanıyoruz. Bu fırtınalı hayatlarımızın hiçbir anında durup biraz nefes almıyoruz.
Sessiz şehirlerde yaşıyoruz. Sessiz sokaklarında sessiz akorlar yankılanan şehirlerde. Yıldızları izliyoruz sessizce. Ya da çok gürültülü olanlarda… Kendimizi kaybediyoruz koşuşturmada ve birimizin gözlerine bakmaya korkuyoruz. Kaçırıyoruz, kapatıyoruz gözlerimizi. Gözlerimiz konuşsun istemiyoruz çünkü. Söylemeye korktuğumuz cümleleri söylemesinler, okumaya korktuğumuz şiieleri okumasınlar, çalmaya korktuğumuz şarkıları çalmasınlar diye. Açmıyoruz. Anılara aşık olup yine onlarla yaşıyoruz. Yakıyoruz, yırtıyoruz, atyıoruz yazdıklarımızı.
Sanatları “güzel” olarak isimlendirip “Dünyada bu kadar acı, ıstırap ve zulüm varken hayatın aynası olan bir şey nasıl güzel olabilir?” diye düşünmüyoruz. Neden fakülteler hala “Güzel Sanatalar” adı altında açılsa da modern ve çağdaş sanat bu kadar ürkütücü bilmiyoruz.
Güzel fikirler bulup hiçbir zaman ifade edemiyoruz. Herhangileşiyorzuz. Farklı olmak için aynı şeyleri yapıyoruz. Annemizin karnından çıktığımızın günden bu yana belli bir amaç uğruna yetiştiriliyoruz ve onu da biz seçmiyoruz.
Şeffaflığı sadece ödev koyduğumuz dosyalardan ya da telefonumuzu koruyan ucuz kılıflarımızdan biliyoruz. Ekonomide, yönetimde, idarede göremiyoruz.
Dizilerimize, filmlerimize, sahte ilişkilerimize sonsuza kadar bağlanıp kopamıyoruz. Koparıldığımızda da kıyamet de onunla beraber kopsun istiyoruz.
Korkuyla dünyaya gelip korkarak ölüyoruz. Doğmak istemezsek kalçamızdan şaplaklanmak suretiyle ilk dayağımızı yiyoruz. Soluk almak zorunda bile olmadığımız ana rahminden çıkar çıkmaz bir anda omuzlarımıza yükler yüklüyoruz.
Ruhsuz bir karanlıkta dolanıyoruz durmadan. Ormandaki bir dal parçası gibi yanlız kalıyoruz benzerlerimizin arasında.
Hayatımızı değerli kılanın uğruna yaşadıklarımız olduğunu bilip yine de onları üzüyoruz. Hayatın iyi anlardan ve etrafımızdaki kalabalıktan ibaret olduğunu fark edemiyoruz.
Hayata sadece bir kere çocukken baktığımızı çok geç olana kadar fark etmiyoruz. Sıkılıyoruz. Sıkıyoruz. İnsanların yaptıklarına üzülüp biz de başka insanları üzüyoruz. Ümitsiz yaşayamadığımız halde ümit etmekten çok korkuyoruz. Aynı şekilde sevmekten, sevilmekten ve yalan söylemekten de korkuyoruz. Depresyon ve kaygı içinde yüzüyoruz. Taciz ediyoruz. Sadece insanları fiziksel olarak değil, fikirlerini de taciz ediyoruz. Şanslı olanlarımızın sadece fikirleri tacize uğruyor. Öldürüyoruz bir de. Birbirimizi çoğunlukla. Bazen de fikirleri öldürüyoruz. Belki de fikirlere kurşun işlemiyor ama onları da intihara zorluyoruz, onları da bıçaklıyoruz, onların da kafasını kesiyoruz, onlar da boğuyoruz, onlara da işkence ediyoruz, onları da hasta ediyoruz ve onları da zehirliyoruz. Kendimiz de ölüyoruz. Hayattan zevk almadan ölüyoruz. Ve en önemlisi, 17 yılda bu kadar dolabiliyoruz.