Ellie’ye kanser teşhisi konulmuştu. Hücreleri başına buyruk hareket ediyor; yıllardır iyi baktığı vücudu ona ihanet ediyordu. Hem de ne ihanet! Her geçen gün ölümün soğuk kollarına atılmaya bir adım daha yaklaştığını hissediyordu. Bir adım daha…
Sayısız hastane ziyareti, kusturan ilaçlar, kemoterapi… Hiçbiri fayda etmiyordu sanki. Saçları, tırnakları dökülüyor; yüzünün güzelliği soluyor, her gün bir deri bir kemik kalana dek erimeye devam ediyordu zavallıcık. Bu zulme eşi Karl’ın desteğiyle katlanıyor, onunla geçireceği günlerinin hayalini kurarak güç bulmaya çalışıyordu. Ama itiraf etmek istemese de yorulmuştu artık. Son günlerinin bu soğuk ve rutubetleri hastane yatağında geçmesini istemiyordu. Son birkaç gündür de rüyalarında o yatakta can verişini görmesi Ellie için son nokta oldu. Henüz ölmemişti: kendini güvenli ve mutlu hissettiği tek yere; evine ve ailesi bellediği kırk yıllık hayat arkadaşının yanına dönmek istiyordu. Hem kim bilir belki hiçbir şey olmamış gibi hayatını devam ettirmeye çalışmak ona iyi gelirdi?
Kocası Karl her ne kadar karısının almış aldığı bu kararı sevinçle karşılamasa da manzarası solmuş ve dökülmüş yapraklardan ibaret hastane odalarında sevgili karısının bitap düştüğünü görmekten hoşnut olmuyordu o da. Yuvasına adım attığı ilk an Ellie, kısa bir an için eskileri yad etti. O kapıdan ilk girişini hatırladı: Çiçeği burnunda evli çiftin ilk ve tek eviydi burası. Evin her karışında ikisinin de emeği vardı. Salon duvarını beraber boyamışlardı, Karl bahçecilik hobisini ilk bu bahçede geliştirmişti… Gerçi hayat bu ya, ağaçlar da boyunlarını eğmişlerdi. Sanki olan bitenden haberdar yaramaz çocuklar gibi.
Aradan aylar geçti, Ellie’nin kendini iyi hissettiği dönemler sona ermişti. Artık yataktan kalmaya bile mecali yoktu. Bu sefer harap olma sırası Karl’daydı. Bir zamanlar neşe dolu ve sevecen olan bu genç kadın nasıl yorgun ve yaşlı bir ihtiyara dönüşebilmişti? Oysa bahar ona iyi gelirdi, çiçeklerin açmasını izlemek…
O günlerde Ellie hazin sona hazırlıyor gibiydi kendini. Dostlarına, yıllardır görmediği akrabalarına, annesine mektuplar yazıyor; belki de farkında olmadan onları da derin bir mutsuzluğa sürüklüyordu. Sanki yarın ölecekmiş gibi vedalaşıyordu herkesle. Yalnızca biri kalmıştı veda etmediği. Çünkü nasıl veda ederdi ki bir kadın kırk yıldır aynı yastığa baş koyduğu adama? Belki de cesareti yoktu Karl’ın keyfini daha da kaçırmaya. Konuşmak istedi, ağzını açtığı an yaşlar boşaldı o kırışık gözlerinden. Yazdığı mektupları veremeden çöpe attı. Ona kendini hatırlatacak son bir armağan lazımdı, ama o ne olmalıydı? Evlatları, hayvanları yoktu. Karl’ a hatıra kalacak bir fotoğrafları, bir de bu ev vardı.
Karl’la bir ömür yaşamaya evet dediği o günün öncesinden beri bildiği özel şeylerden biriydi Karl’ın bitkilere ne kadar düşkün olduğu. Her ne kadar Ellie döndüğünden beri somurtsa da bahçedeki çeşit çeşit ağaçlar, Ellie bir tanesini de kendi elleriyle dikmek istedi. Gücünü kuvvetini topladı ve kendisine bir kiraz fidanı aldı. Fidanı elleriyle dikip can suyunu verdi. Ondan sonraki günler hep ağacına bakarak avuttu kendini.
Bir Haziran sabahı Karl, eşi Ellie’yi uyandırmak için yatak odasına girdi. Yanağından öptü ve birdenbire bir kaskatı kesildi. Beklenen ama hazin olan o gün işte çatıp gelmişti. Ellie yüzünde masumane ifadesiyle son nefesini huzur içinde vermişti. Ağlamaktan yanakları sırılsıklam oldu Karl’ın; Ellie’nin yanına yatağa uzandı. Aniden şiddetlenen yaz yağmuru o anı daha da trajik yapıyordu. Sanki Dünya, Ellie’nin gidişine ağlıyordu. Pencereden dışarı baktı Karl, bir zamanlar bereket fışkıran bahçesinden artık eser yoktu. Bulutlar arasından kendine yer bulmuş ışık huzmesi, yalnızca bir ağacı canlı ve diri gösteriyordu: Ellie’nin kiraz ağacını.