Normal bir günün sabahına tekrardan gözlerime perdenin arasından sıyrılıp yüzüme vuran ışık ile gözlerimi açtım. İçerisinin gri olduğu odamda yeni bir yirmi dört saatin başlangıcıydı. Dünden kalma yarım kahvemden düşünmeden bir yudum aldım. Soğumuş ve bayatlamış kahvenin tadı cidden berbattı. Lakin tadı o an çok da umurumda olmamıştı. Yavaşça battaniyeyi üzerimden atıp ayaklarımın soğuk zemin ile temas etmesi üzerine kendime geldim. Mevsimlerden kış olduğu camımdan bakıldığında belli olan lapa lapa yağan kardan belliydi fakat hangi günde olduğumdan bırakın ben hangi ayda olduğumdan bile bihaberdim. Oluşturulmuş bu tarih kavramlarını hiç anlamamıştım zaten. Ocağa ocak, temmuza temmuz neden denmişti ki? Ben istersen ocağa kar-ayı derdim kim karışacaktı? Aynı zamanda kim demişti bir sene on iki ay, her ay otuz gün olsun ve her yedi günde bir isimleri tekrar etsin? Nedendi bu zahmet? Hepimiz en sonunda evlerimizde kendi kendimize, baş başa değil miydik neden lazımdı bu saçma sapan adlandırmalar? Bunları düşünürken dışarıdan gelen çocukların kahkahaları ile tekrardan şikayetçi zihnimden gerçeğe döndüm. Neden anlamadığım bir sebepten dolayı hemen camdan aşağı bakıp onları izlemeye koyuldum. Ne kadar güzeldi birileri ile başka şeyler umurunda olmadan gülüşmek, en önemlisi de tebessümüne ortak olup onu kulaklarına çıkaracak birine sahip olmak. Ne zırvalıyordum ben? Önünde sonunda o çocuklar da arkadaşlarını kaybedecek benim gibi bir başına kalmayacak mıydı? Sonuçta kim, neden biri başka bir günahkâr insanı yoluna ortak ister ki?
Bunlardı aklımda dolanan düşünceler ama ben dışarı çıkıp yine tek başıma da olsa beraber olan benlikleri izlemek istiyordum. Kim bilebilirdi, belki ben de hissederdim birine, bir yere ait. Sabah içtiğim bir yudumluk kahve kahvaltımdan sonra hızlıca üstümü değiştirip dışarı çıkmak için kapının yolunu tuttum. Kapıya attığım her adımda kalbimin çarpması ile göğsümden fırlayacağını düşünüyor, sesi dışarıdaki çocukların bağırtısının yerini alıyordu. Tam ayakkabılarımı giyecekken uzun zamandır kullanılmamış olan, sanki zamandan bir parçayı kesip kâğıda nazikçe yerleştiren fotoğraf makinem gözüme ilişti. İşte bu! Eğer bana bu dünyada yalnız bir şekilde sürünmediğimi ve başka insanların da olduğunu hatırlatacakların fotoğrafını çekip eve getirebilirsem belki az da olsa içimdeki bu anlamsız boşluk kaybolurdu. Denemekten zarar gelmezdi. Bir koşuda fotoğraf makinemi odanın diğer köşesinden alıp dışarı attım kendimi.
Apartmanın koridorları oturduğum dört duvar gibi gri ve ruhsuzdu. Aradığım, özlemini duyduğum bu değildi ki hızlı adımlarla sokağa çıktım. Bu apartmanın içinde birileri ile anılarımın asla olamayacağı her aklıma geldiğinde kalbim daralırdı. Lakin dışarı her çıktığımda içim yine umut dolar, “Belki bugün kendi ruhuma yoldaş olabilecek bir ganimet bulurum.” diye yüzümde bir gülümseme ile gezerdim. Bu sefer bulacaktım, hissediyordum. Hemen meydana doğru yola koyuldum. Yolda bir sürü miyavlayan kedi gördüm. Hepsi en küçük sevgi kırıntısına muhtaç, masumlardı. Onların hemen fotoğrafını çektim. Ne kadar sürerdi bilmezdim ama en azından benim gülüşlerime seslerinin bir süre seslerinin eşlik edeceğini umarak fotoğrafı cebime sıkıştırdım. Ardından daldaki kuşların ötüşlerini duydum. Bir tanesi beni görünce korkmuş olacak ki hemen uçup gitti. İstediği yere varmış olmasını umaraktan içimden onun özgürlüğünü onunla paylaşabilmek, onunla uçabilmek istedim. Hemen diğer arkada kalan kuşun da bir fotoğrafını çekip yoluma devam ettim.
Artık meydandaydım. Asıl hissetmek istediğim duygular etrafımdaki diğer ruhlar tarafından tadılmaktaydı. Gülüşenler, konuşanlar, birbirine el kol şakası yapanlar, bağıranlar, çağıranlar her yerdeydi. Ah keşke birisi de bana gelip yumruk atsaydı da ben de uzun zamandır tatmamış olduğum şu biriyle konuşma arzusunu tatsaydım. Tam bunları aklımdan geçirirken bir adam bana doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Önce bana gelmiyordur diye düşündüm ama etrafımda başka biri de yoktu. “Beyefendi eğer işiniz yoksa sizden bir iyilik isteyebilir miyim?” dedi çok kibar bir ses ile. Senelerdir beklediğim zaman gelmişti, sonunda biri ile konuluyordum! O kadar mutluydum ki sesim çıkmıyordu. Yüzüme küçük bir gülücük kondurup hafifçe kafamı salladı. Adam bir pastanesinin olduğunu ve her ay nasıl kilolarca unu kendisinin taşıması anlatıyordu biz yürürken. Dün yere düştüğünden dolayı belini incitmiş ve hepsini kendisinin taşıyamayacağından dolayı hayıflanıp durdu. Bu dediklerine karşı sadece gülerek ve yardım etmekten mutlu olacağımı söyleyerek onu pür dikkat dinlemeye devam ettim. Çuvalların hepsini taşıdıktan sonra adam bana bu iyiliğim üzerine ne zaman canım isterse pastanesinden taze olan mamullerden alabileceğimi söyledi. Bunu duyunca ne kadar mutlu oldum anlatamam. Sevindiğim şey birbirinden güzel tatlılar, tuzlular değildi. Bu sonunda az da olsa konuşacak, selamlaşacak birilerinin olmasıydı. Adama işinde şans dileyen dileklerim ile oradan ayrıldım. Burayı unutmamalıydım. İstesem de unutamazdım ki! Yine de ne olur ne olmaz hem unutmamak hem de o boş odamı dolduracak bir anı koymak adına oranın da fotoğrafını çektim.
Ortadaki çeşmede halk dans ederdi. Her öğlen çalgıcılar küçük bir meblağ karşılığında ortamı şenlik havasına çevirirdi. Ben de hep kenardan dans edenleri izler, bunların onlara verdiği zevki anlamayı denerdim. Her zaman oturduğum banka geçip etrafı izlemeye koyuldum. Yine müzik başlamış, şen şakrak insanlar dans ediyordu. Kenarda oturmuş kalabalığın arasına aynı benim gibi kaynamayı bekleyen, en fazla altı yaşlarında küçük bir kız çocuğu gördüm. Sanki adım atmaya korkuyordu ama bir o kadar da araya karışıp o toplumun bir parçası olmak istiyor gibi gözüküyordu. Ben de nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde kendimi küçük kızın yanında buldum. Kafasını kaldırıp bana baktı. Ben de elimi ona uzattım ve tutmasını bekledim. Hemen çocuklara has masum gülümsemesi ile elimi, daha doğrusu küçük parmaklarıyla kavrayabildiği kadar elimi, kavrayıp beni ortaya doğru çekti. Beni ortaya çeker çekmez de sanki sadece bir ittirmeye ihtiyacı varmış ve o ittirme benmişim gibi arkadaşlarına koştu. Ben de bu şekilde insanların arasına karışmış oldum. O kadar uzun süre dışarıdan izlemiş, bu anın gelmesini beklemiştim ki ayaklarım kendi kendine hareket etmeye başladı, ben de onlarla beraber dans etmeye tabii ki. Çok mutluydum, kimse ile konuşmasam da etrafımda gri duvarlar, karamsar düşünceler yerine gülen insan sesleri, hareketli bir müzik olması o kadar hoştu ki ağlayabilirdim. Kalabalıktan sıyrılınca hemen oranında fotoğrafını çektim. Hava kararmaya başlayınca tekrardan evimin yolunu tutmam gerektiğini anladım. Yine o dört duvar arasına, bozuk kahveme dönüyordum. İçimdeki boşluğa- yalnızlığa- çektiğim fotoğrafları, topladığım anıları atacak ve az da olsa kapanmasını izleyecektim. Bu sefer giderken üzgün değildim. Artık biliyordum ki tek değildim ve ben de diğerleri ile gülebilir, ağlayabilir, diğerlerine yardım edebilirdim. O gün eve dönerken aklımda tek bir şey vardı: Bugün o hissettiğim anlatılamaz güzellikteki hisleri, yarın tekrardan meydana inip daha da keşfetmek.
Kavuşmanın Bir Kesitinden
(Visited 32 times, 1 visits today)